28 Aralık 2011 Çarşamba

miş'ten/monolog-2




'ben kaybolurken, sen ararken.. bulacağız birbirimizi.'


birini, kaybolmayı göze alarak sevmek..
birini geçtim, herhangi bir şeyi.
mümkün mü dersin?
seni böyle sevmem mümkün mü?
yoksa, ağzından alevler saçarak uçan dev kanatlı-kimi zamanlar derisinin her bi pulunun, yaktığı bi bedene denk düştüğünü düşündüğüm- bi ejderhanın yaşadığı efsaneler kadar imkansız mı?
ya da aslında
yani belki
sadece o kadar eski ve yorgundur.
kim bilir..


aslında yaşananlar bir masalın/bir efsanenin/bir ütopyanın doğasına uymayacak kadar gerçek.
çünkü ne senin beyaz atının dört nalında koşup gelebilecek dermanı var
ne de benim saçlarım rapunzelinkiler kadar uzun seni tutup çekebilmek için
çünkü kalp dediğimiz, elle tutulan tek acı.


-


birini en çok olmadığı zamanlarında sevmek..
birini geçtim, herhangi bir şeyi.
mümkün mü dersin?
seni böyle sevmem mümkün mü?


sesin, yıllardır her sabah uykunun kapladığı zarı yırtmak için dinlediğim o şarkı gibi kulağımla tanışıkken
yüzün, nüfusu iki katına çıkmış bi otobüsün arkasından yakalanmamak için saklanbaç oynayan hınzır bi sokak çocuğunun yüzünde emanet dururken
kokun, şehre kurulmuş bi panayırın orta yerinde raks eden çingene kızının eteğini her savuruşunda rüzgarda dağılıp hafızama dolarken
sana böylesine ihtiyacım yokken..
mümkün mü?


-


senin karanlıkların vardı
nurda unuttuğun emanetlerin
yakalayıp da inatla sobe demediğin oyunların vardı
sebepsiz gülüşlerin
çekip gidişlerin
ve sevmeyişlerin..
gittiğin yollardan geri dönüp hayalkırıklıklarını topladığından mıydı
yoksa her seferinde önünü görmeyi reddedip ömrünü senin için 'o' olacak olanı aramaya adamandan mı?
hiç bilinmeyecek.


şimdi bi dörtyol ağzı yutuyor bekleyişlerimi
bizi şehirlerimize ayırıyor
bizi en kimsesiz yerlerimizden kesip kanatıyor.
unutan iyileşirmiş
mümkün mü dersin?


-


bir tren geçiyor içimden
bir nefes uçuyor ciğerimden sigara dumanınca ince
bigün diyorum..


kimbilir..



22 Aralık 2011 Perşembe

miş'ten/monolog-1




'gidersen bana da bir dengini yolla
dinerse gözyaşın, beni de ağla..'


bencillik mi bu?
seni sevmeyen birine çok içten gelen bi isyan, bi başkaldırı mı?
böylesine bi serzeniş ne kadar faydalı?
hem, seni sevmiyor diye birine ne kadar kızabilirsin ki..


**


eski aşklarının acısına kapılıp sürüklenen bi adam karşısında yapacağın hiçbir eylem bulmaz hakettiğini
ve bi anarşistin savurduğu her slogan havada asılı kalır
hem aklına hem kalbine değmen gerekir çünkü
oysa o, bi yanını geçmişinde rehin bırakmıştır
mutluluklara kefil olduğu için kesilen yüklü ayrılık faturasını görmezden gelip, ödediği bu borçtan en ufak pişmanlık duymadan, aksine bundan zevk alarak devam eder yoluna.
onlarca odaya ayrılmış, hatta sadece geçip giden için ayrı bi şehir inşa edilmiş kalpte sen sığınacak bi saçak altı bile bulamazken;
o evin her odası
serili halının hep aynı köşesi
dört duvardan birine asılı onlarca çerçeveden illaki bi tanesi-belki senin olduğunu zannettiğin bile ve belki de hepsi-
bi cafeteryanın cam kenarında kalan en aydınlık masası
acı yeşil bi kanepenin hiç oturulmayan o sağ yanı
bi adamın sol yanı..
hep gidene ayrılmıştır


ne gitmene izin verir, ne ölmene
ne salar, ne saklar
bi boşluğa kapılırsın
o an, düşme hissiyatı bile yeğdir zaman denen mefhumda ipi kimin boğazına doladığı belli olmayan faili meçhul bi ceset gibi/ bi cinayet gibi asılı kalmaktan..


**


uyku, yarı ölüm derler
yarı ölsek yeter mi?
kalan yarısı için bi şarkı tutturabiliriz belki
'bir sevmek bin defa ölmek demekmiş..'


şimdi, biraz daha sevebilir miyim seni?



9 Aralık 2011 Cuma

akşamların hep bana kalmasına rağmen hiç akşamdan kalma olamadığım günlere uyanıyorum yine. halbuki ben de isterdim içtiğim kadehlerce şarapla kanımın rol değişikliği yapmasını; kanım karışsaydı artık mesela.. 
-ki eski amerikalıların renk tekliğine önem verip tüm siyahları silmeye çalıştığı bi dünyada iki kırmızının yer değiştirmesi sorun olmazdı ne de olsa-


**


insan, sarhoşluk halinin mutluluk vermediğine inandığı her an için bikere daha şerefe der-uğruna kadeh kaldırdığı şeyin giderek azaldığını bile bile-
çünkü insan, acının kendisini tüm benliğiyle reddedip öteleyen bi varlık olarak, kendine acı çektirmeyi oldukça sever.
çünkü insan; nankörlükle, ikiyüzlülükle sıfatlandırdığı tüm hayvanları dört nala koşarak arkasında bırakabilecek kadardır.
bencilliğini ve vahşiliğini iki ayak üzerine yerleştirir. sevmediği tüm duyguların içini boşaltıp onlara yedirerek besleyip yetiştirir hepsini.
herşeyi yutmasına rağmen hiçbirini içermeyen birer felaket büyütür içten içe, her seferinde daha da yakmak için canını.
çünkü insan, küt bi ayyaşlıktan ziyade acının verdiği sarhoşluğu daha çok sever. berduş olmayı göze alarak.
ve aslında bahsi geçen herşeyi kendi de, adının kulağına fısıldandığını nasıl biliyorsa öyle, bilir.
ve aslında tüm bu yersiz edebiyatın arkasından, ardından ağlar gibi bi ölünün, hepsini unutmak için-öyle olacağını zannedip- fazladan bir şeref daha yuvarlar kuyusundan içeri.


onlar gibi olmayı isterdim.


**


bi şarkı yazmalıyım belki ben de artık,
bi şiir yazmalıyım.
'gölgesi bir şehrin üzerinde duran iki gözden ibaretken hayatım, nefes almak zorlaşıyor' olabilir sözleri.
ya da hiçbiri..
çünkü içinde sevgi barındıran her cümle, anlam olarak kişiye göre farklılık gösterir.
neticede kalp dediğimiz çok sesli bir dil.
henüz sevilenin ruhuna değememişken, başka ruhları tatmin etmenin sorumluluğunu kaldırabilmek; yeterince dolu olan hayatta taşmaya sebep olabilir.


biraz yağmur yağdırmalıyım belki de.
biraz rüzgar esmeli.
bir yangını körüklemekten ziyade, söndürmeli.
olması imkansız şeyleri isteme müdürü olarak işimi hakkıyla yaparken, tam da böyle anlarda, tanrının beni izleyip güldüğünü düşünürüm.
kızıp da -ne bileyim belki biraz linyit gibi- içten içe bi kendimi yakarım. 
aramızdaki ipleri yakarım/tanrı gücenir
bi şehri yakarım/tanrı ağlar
tam da böyle anlarda yağmur başlar.
tam da böyle anlarda, damarlarından muhaliflik akan bi adamın çaldığım her anının elinden tutup fırlarım sokağa/tanrı susar
sonra ben, gökyüzünün en yoğun halini alırım..


**


tek bi yağmur damlasının kilometrelerce yol alıp yeryüzündeki alelade bi su birikintisine çarptığını hayal edin.
ne kadar derine saplanabilir?
ne kadar karışabilir diğerlerinin arasına?


arafta kalan her damla için bi kadeh daha..


şerefe!





29 Kasım 2011 Salı

eskiden aynaya baktığımda sol yanımdan uzanan başın, bi ortaçağ celladının baltasına kurban gitmiş şimdilerde.
kanlı bi katlin tadını daha iyi alabilmek için, her seferinde daha dolu alıyorum adını ağzıma 
-100yıllık bi şarabı dilimde dolandırır gibi-


**


aslında adın, defalarca kullanılmaktan epriyip körleşmiş bi jilet
farkında olmadan kanıyorum.
oluk oluk kanıyorum tüm yalanların(l)a.
içimdekini meşrulaştırmak için karıncalara bıraktım yol bulma işini-her biri biraz gregor samsa(*)-
toprağın altında olmadan, altında olmak hissinin tasviri olmasa da lûgatta..
karıncalara sorarsanız, öğretirler.
neticede öğrenmemek ayıp yeryüzündeki tüm öğretilerden.


**


ah diyorum.
koca bi karanlıktan sesleniyorum
'ah, tek bi güneş uğruna yaktığım tüm yıldızlar
ah, incecik bi huzme için feda ettiğim tüm kusal karanlıklar!'
celladın baltasında sallanan tüm kafalar..
sus diyorlar bana
ve şimdilerde en mükellef sofralarda arasıcak olarak sunulmakta tüm anılarım


**


attığım adım kadar aydınlığım, fazlası değil.
ışığım tükenirken, kafesinden kurtulan bi kuş gibi kurtuluyor tüm pişmanlıklar ağzımdan.
'ah, diyorum. ah, tek bi güneş uğruna yaktığım tüm yıldızlar'
hepinizden oldum.


**


henüz nefes alabiliyorken sorsalardı bana insan dışında hangi hayvan olmak isterdiniz diye;
Anka derdim.
olamadım.
tüm ölüşlerim bundan.


*


vasiyetimdir; bizi ortaçağa gömsünler!




(*)franz kafka - dönüşüm





27 Kasım 2011 Pazar











biz boşluktakiler, bu duruma mahkumuz hep.
çünkü ne zaman bi kazık, bi darbe yesek en sadık dosta sarılır gibi ona sarılmayı çare biliyoruz.
ama işin tuhaf yanı, çok muhabbet tez ayrılık getirir hesabı, bundan da sıkılıyoruz.
her seferinde bi büyüğünü giyiyoruz üzerimize; maksat, bir dahaki kazığa da kullanabilelim.
aslında tek yapılması gereken, boşluk henüz küçükken fî tarihinde parçalanarak etrafa saçılmış huzurun tek bi taneciğini yakalamak.
-bazen, kısa bi an, o gücü bulabileceğimize inanıyorum-


**


biraz daha sabır gerek bize.


bize, çok eski masallara inanabilecek bi kafa gerek.
aklı alıp gitmek gerek belki de.


'uzak bi ülkenin çocuklarına yasak ninniler söylemek..
tanrı gelmezse eğer yine, onun sürgün edildiği yerlere gitmek..'(*)






(*) pek kıymetli kafası olan K.A.'dan (ç)alıntıdır.






23 Kasım 2011 Çarşamba

uyanmak hiç olmadı aslında. geç farkettim her şeyin bir rüya olmadığını. hücrelerime sızan seni hiçbir zaman çıkaramayacağımı biliyordum ama. bazı şeyler hiç değişmez. yıllansa da, güzelleşen şeylerden bu da. bir şarap tadında, damağında bıraktığı tadı sevmeyerek ama yine ona katlanarak boğazından geçmesine izin vererek, ve hatta bunu giderek daha çok sevmek.


günler geceler boyunca seni düşünürken, içtiğim her sigarada ve attığım her adımda yanımda olan yalnızlığın bilmediğim biri tarafından ceketimin iç cebine iğneyle iliştirilmiş olduğunu farkettim sonra. eğreti durmuyordu artık, benim bir parçam gibi. çkarıp atabileceğim, fakat buna hiçbir zaman cesaret edemediğim. korkum canımın yanacağından değil, seni de o iğneyle söküp atacağımı düşündüğümden. o kadar çok özdeşleşmiştin, o kadar çok yalnızlığım olmuştun ki, ne seni, ne de onu kaybetmek istemiyordum.


bağışlamanın insanı rahatlatacağını düşünürdüm hep. geçmişte kalanları gömmeye çalıştıkça daha da yeryüzüne çıkardım onları. ne sen bildin bunu, ne de başkası. hepsi birer kelime olup hafızama düştüler, öylece. günler geçtikçe kelimelerim de değişti, hepsi sana dönüştü. tenime dokunmayan teninin hayali bile kayboldu arasında. eksik cümlelerim sende olduğuna inanıp önünde diz çöküp yalvardım, yalvardım, yalvardım.. ellerinde taşıdığının ruhum olduğunu görünce sustum.


korktum.


yok olmaktan, dahası yok olmandan korktum. bir vuslata olan inancımı çoktan yitirdiğimden, tıpkı bir şizofrenin bileklerini kesmesi gibi ben de kendimi senden kestim. hesaba katmadığım tek şey seni de inciteceğimdi. yine de hep bilirdim. bildiğimi bildiğini.


belki de hiç olmamalıydım. mahrum kalmalıydım bir çift siyah gözden. mahrum kalmalıydım gece karası saçlardan, hiç bilmemeliydim ve hiç farkında olmamalıydım. gülümsemen başımı bu kadar döndürmemeli, hatta yol yakınken geri dönmeliydim. bu kadar çok istememeli, bu kadar çok ağlamamalı ya da bu kadar çok dinlememeliydim.


"donakalmış bir melodi suskunluğunda doğru notaya susamak gibiydi kelimen olmak."


bu kadar çok işlemişken içime, kokun çıkmaz gözlerimin ferinden.

16 Kasım 2011 Çarşamba

elbet benim de bir suçum olmalı.


bir yerlerde atladığım ayrıntılar, hani o şeytanın gizlendiği mecralar, ya da bir şeylerim eksik olmalı. ya çok yaptım her şeyi, ya da hiç.


rutinleşmiş günlerimle birlikte önce sessizlik geldi. acısız olan ayrılıkları tadamadım hiç ama. bu sessizliğin bana hiçbir faydası olmadı kendimi dinlemek dışında. o kadar çok dinledim ki, sıkıldım. sonra sıkılmaktan dahi sıkıldığımı farkeder oldum. obsesifleşmek ise bir sonraki aşamamdı. sürekli aynı şarkıları dinleyip sürekli aynı yemekleri yemekten hiç bıkmadım. çünkü hiçbir zaman istemediğim şeyleri yapmadım. en azından buna hakkım vardı ve bu hakkı sonuna kadar kullandım. bazı şeyleri zorlamak yerine oluruna bırakmanın en güzeli olduğunu da bu dönemlerde anladım. hani o sessizliğin beni ele geçirdiği dönemler.


****


bir gün, sanki üzerinden yıllar geçmiş gibi-ki sanırım geçti- düştüğümden yerden kalktım ve doğruldum. üstüm başım toz içindeydi. yaralanmıştım, kan pıhtıları rahatsız etmiyordu beni, sadece geçmişi hatırlatıyordu. umursamazlıktan geldim her şeyi.


derin bir nefes.


ilk gülümseme çok önemliydi. her zaman önemliydi aslında benim için. ufak şeylerle mutlu olmayı öğrenmiş, işin aslı zorunda bırakılmış, biri olduğumdan beri ilk gülümseme yaşamın teminatıydı. yaşamın devam edeceğini biliyordum artık, çünkü yüzündeki gülümsemeyi tadabilmiştim. en azından.


yeni doğmuş bir bebek gibiydim. konuşmayı bilmeyen, ağlayıp sızlayan, şefkat isteyen, tüm bunların hepsini gören ama yine de üzerindeki kan pıhtılarına kafasını takan bir insan. geçmişi silmek ne kadar imkansızsa, tüm bunları kabullenmek de o kadar zordu. yerden hiçbir zaman kalkmayacağımı düşünürken ayaklanmam bile bir mucizeydi. klişe türk filmlerindeki türden bir mucize hem de. biraz absürt, biraz zorlama, biraz da hikayenin sonunu uydurmaktan. o his hep vardı. ama yine de beni zorlayan hiçbir şey yoktu. ne işkenceden korktum, ne de ölümden. bunu da, her ne kadar yürüyen bir ölü olsam da, istediğim için yapmıştım.


derin bir nefes.


her adımım bir acıydı. her koşmaya çalıştığımda bacaklarım dallara takıldı tökezledim. yavaş yavaş yürümeye çalıştım ben de. aslında mecburdum buna. üzerimdekiler o kadar çok ağırdı ki, ben her seferinde zorluyordum kendimi yine de.


düştüm.


bacaklarım kanadı. bu defa annem yoktu yanımda. oturup ağlayacak yaşı geçmiştim, sadece dizlerimden akan kana lanet etme imkanım vardı. küfrettim beni düşürene, kim olduğunu bilmesem de. ama azimliydim. kalktım tekrar, yine düşeceğimi bile bile.


karşı çıktığım en önemli nokta ise bunun bir mazoşistlik olduğu konusuydu. her seferinde düşmeyi göze alabilecek güç varken, neden kendimi sakınayım diye düşünürdüm hep. bundan acı almaktansa küçük çocukların yürümesi misali, düşe düşe öğreniyordum yaşamı ben de. bu da benim yaşamımdı. bu da aslında benim acımdı. tekrar düşeceğimi bile bile yürümeye çalıştım çünkü inancım vardı. gecenin biteceğine, gündüzün hayatıma hakim olacağına dair. inanç değil midir zaten insanı yöneten? inanç değil midir zaten insanı aşık eden?...


çok sonraları anladım beni düşürenin sen olduğunu. ve aslında benim de umudumun pamuk ipliğine bağlı olduğunu. çok sonraları anladım aslında senin de benim kadar yorgun ve isteksiz olduğunu.


derin bir nefes.


bir kör tadında yaşarken hayatı her şeyin, her gerçeğin gözüme sokulması kadar yıkıcı bir şey yok. ve sanırım tüm bu gerçekleri götürdüğü şeylerdi benim orda düşüp kalkamamam. ve hatta, sana olan sevgimin ve inancımın bile değerini alıp götüren gerçeklerdi bunlar. tekrar aynı şeylerin yaşanacağı bilinci, neredeyse bir yılımın daha karanlık içinde kalacağı bilinci daha da yıkıcıydı. yapılan tüm planların, kurulan tüm hayallerin gerçekleşmeyecek olması, gidilecek onca yer, birlikte yapılacak onca işin olması.. işte bu öldürücüydü.


son bir nefes.


bıraktım. dağınık kaldı.

24 Ekim 2011 Pazartesi



bi balonun içinde gibiyim
sakızdan bi balonun.
biraz daha nefes almazsam boğulabilirim.
patlatıp çıkmaya kalksam
herşey elime yüzüme bulaşacak..


zinciri kırmaya cesaret ettiğim gün
uzatır mısın elini?..



22 Ekim 2011 Cumartesi

itiraf

birine dokunmadan
onun gözlerine bakmadan
kokusunu almadan
saçları yüzüne sürünmeden
ellerini tutmadan
sesini, nefesini kulağında, teninde hissetmeden..
onu sevmenin nasıl bişey olduğunu bilirsin, anlarsın.


gözleri aklına geldiğinde


yanında ya da yakınında ismi söylendiğinde


arkadaşlarla içerken mezesi bol bi rakı masasında, alakasız bi şekilde kokusu anasona karışıp geldiğinde


en hazetmediğin adamın ağzından da olsa o'nun severek söylediği kelimeyi duyduğunda


daha önce onda gördüğün bi kazağı bi ara sokakta yürürken başkasının üzerinde gördüğünde


üşürken soğuğa lanet ettiğin zaman, aslında onun bunu ne kadar sevdiğini hatırladığında


dolabını toparlarken kıyafetlerinden birinin üzerinde onun tek bi saç teline rastladığında


her allahıngünü tepende duran göğün renginin/ bastığın toprağın renginin/gördüğün çayır çimenin renginin/ufacık bi çiçeğin renginin onun en sevdiği renk olduğunu bilerek yaşamaya devam ettiğinde..
tüm bu hallerde ve çok daha başkalarında; içinde, yüreğinin çok derininde soğuktan yırtılan bi dudağın hissi kadar ani ama tatlı sızıyı, yüzünde oluşan umutsuzluk kokan ama şapşal gülümsemeyi sana anlatamam..


sen zaten bilirsin, anlarsın.


daha önce defalarca tecavüz edilmiş bi ruhun sevgiyle dinlenişinin hikayesidir bu. 


son kül kalana kadar sevmenin hikayesidir.


ve aslında bi insanı sevmek için bi sebebe gerek yoktur. çünkü o, o'dur.
bu, en yeterli ve geçerli sebeptir.







3 Ekim 2011 Pazartesi




                                  


                                                                             mavi deyince aklıma gelirsin sen.
                                                                                     sonra ben, gökyüzünü kaybederim..



23 Eylül 2011 Cuma

"erişemediğim her an için.. biraz bile özlediğini bilseydim.. hiç durmaz, daha çok severdim."


özlemek güzel şeymiş, öyle diyor bu şehir.
bıraktığın kokuyu rüzgarlarına katmaktan memnunmuş epey, uyuduğun uykunun huzurunu her gece yaymaktan da.


ama ilk defa gittiğin bi cafede tuttuğun zarlar özlemiş seni.
gecenin bi yarısı balkonda otururken esen ılık rüzgar da özlemiş, terleyip de sinirlendiğini görünce bundan memnun olup sinsice sırıtan sıcak da.
bikaç sabah da olsa yüzünü gören ayna gülüşünü özlemiş mesela 
sıcağını tek kişilik bi yatak. 
durup durup çay doldurup da içtiğin bardak özlemiş dudaklarını 
ve ellerini dokunduğun kapı kolları
ve ayaklarını yürüdüğün sokaklar
ve gözlerini bi aksiyon filmini izlerken heyecanla baktığın ekran
ve nefesini yastıklar..


hayır, ben değil.
bu şehir özlemiş, ona her baktığımda söyler bunu.
belki yine..


gelir misin bigün?

22 Eylül 2011 Perşembe

tüm hikayeleri benimle birlikte süresiz bi beklemeye aldım, sebebi yok.
aslında var.
ama yok.


aslında insan hayatının tamamı bunun üzerine.
olduğu zannedilen karşısında duyulan mutluluğun-ki burada an dediğimiz iki dudağın arasından çıkan bikaç laftan ibaret- hayalkırıklığına dönüşmesi.


arkadaşlar, ebeveynler, sevgililer, kurulan hayaller, kurgulanan hikayeler, yazılan senaryolar; bir var, bir yok.


bazılarının yok oluşu tek kelime arkasından atılan bi kafayla olur-ki bu bazen biraz agresif bi insan örneğidir bazense taşan sabrın o akan damlasıdır-


kimilerinin miadı dolar-ne de olsa nefes dediğin garip bişey, bi sonrakini alıp alamayacağını bilemezsin-



bazılarınınsa çoğu zaman arkasını dönüp gitmesi yeterlidir-duvara asılı ceket kadardır hayattaki yerleri-


şekli ne olursa olsun, sonuç hep aynı.


hayat dediğimiz biraz masal tadında olup olmamayı öğrendiğimiz; ama çocuklara anlatılanlardaki gibi mutluluk parıltılarının etrafa saçıldığı şekilde değil, öyle ballı kaymaklı değil.


***


bu, kendiye çelişmesi insanın ama düşününce hansel ile gratel'in karşısına çıkan pastalardan şekerlerden çikolatalardan yapılma o evden, yahut ovalayınca hayatı değiştircek 3 dilek hakkı doğuran bi lambadan farklı olan her masalı tatlandırmak kişinin kendi elindedir belki de.
en azından var'lar yok olana kadar.


kim bilir.





son sigaranı içer gibi, derin nefes..

Oi Va Voi - Every Time | "Long Way From Home" Istanbul Acoustic Sessions

10 Eylül 2011 Cumartesi

bir garip hüzün. bir garip gün.
insan ne yaptığını bilmez mi tüm gün, hatta tüm hafta boyunca? bir hafıza kaybı mı bu acaba.


daha da sessizleşmemi, o çok sevdiğim şarkı sözü gibi, daha kısa cümleler kurmama neden olan şeyin ne olduğunu bilmiyorum. doğdum topraklardan, çocukluğumu hayatımı harcadığım sokaklardan uzaklaşır, hatta nefret eder oldum. kimseyi göresim yok, onların beni görmek istemedikleri gibi.


bir bina inşa etmeye çalışıyorum her seferinde. her seferinde temelini sağlam atıyorum. bu bina benim hayatım, aşkım, aşım, işim ve her şeyim. emek veriyorum bunun üstünde. çabalıyorum, çabalıyorum ve daha çok çabalıyorum. daha iyisi için, daha iyi nefes alabilmek için. zaten ağırıma giden şey de şu ki birisi geliyor, tek bir fıskeyle o binayı yerle bir ediyor.


bazen öyle sıkılıyorum ki tıpkı bir kaplumbağanın kabuğuna çekilmesi gibi ben de kendi kendime kalayım diyorum. sadece ben. ne birisi arasın, ne birisi olsun kollarımda, ne de bir başkası sıcaklığını versin. insanların beni düşünmelerini istemiyorum. ben kendi iyiliğimi düşünemiyorsam niye yaşıyorum?


****


"git, mutlu olacaksan beni düşünme."


****


elimde kalem, yazmaya mecalim yok. bazen öyle oluyorum ki, nefes almaya üşenir miyim diye düşünüyorum.


hayatımın bu kısmını bir dağ evinde geçireyim isterdim. sabahları yürüyüşe çıkayım, gece ateşimi yakayım, şarabımı açayım. fonda hafif bir müzik olsun, başımı ağrıtmayacak, ama canımı sıkmayacak da. oturayım. sadece, sessizce oturayım. yanımda onlarca insan olsa da o an sessiz kalmayı başarabileyim. birisi bana "neyin var?" diye sorduğunda bakışlarımla anlatabileyim aslında hiçbir şeyimin olmadığını. hiçbir şeye sahip olmadığımı ve hiçkimsenin aitlik duygusunu çalamamış olduğumu anlasın gözlerimden. zorlanmayayım ama. ne gözyaşım aksın, ne de bir gülümseme okunsun yüzümden.


sonra, kendi kendime ne fark eder diyorum. nasılsa her şey, yalnızlığımı yaşanabilir kılmak için yaptığım şeyler değil miydi diyorum.


gitmek fiilini ne çok seviyorum.


****


"karanlık örtse de üstünü, gecede devam eder renk."


****


o kadar mı yoruldun be oğlum diyorum kendi kendime. o kadar mı kördün ve o kadar mı "sus"tun?


eskiden, benim için hep süregelen bir döngü vardır. gündüzleri hayata tutunmaya çalışırdım her şekilde. ne kadar boş olsa da, ne kadar yapma olsa da gülümserdim. gülümsemenin insanı gençleştirdiğine inanırdım, hala da inanırım.


ama gece oldu mu... gece hep hüzün getirirdi ve tüm renklerimi söker giderdi.


çok sonraları anladım bunu, kendimden kaçtığımı. anladım sırf insanlara anlatmamak için gülümsediğimi, çünkü gülümsemenin ağlamaktan kolay geldiğini.


insanların bana acımasını hiçbir zaman sevmedim. belki fazla gurur yapıyorum, belki fazla ince düşünüyorum-ki bu benim kadar gamsız bir adam için mümkün olmasa da- belki de gerçekten salağım. ama insanların bana acımalarına tahammül edemeyecek kadar gururluyum ve sırf bu yüzdendir bu dengesizliğim. sırf bu yüzdendir kendimden dahi kaçmam. itiraf edemediğim, hiçbir zaman etmeyeceğim şey ise şefkate ihtiyacım olduğu. sevilmeye. tam benim sevdiğim, beni gerçekten sevdiğine inandığım birine rastlamışken kendisini hayatımdan çıkarmak zorunda bırakılışım ise(kendisi tarafından) tam bir trajedidir aslında.


boşverdim. herşeyi.


****


"tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor. nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini."


****


keşke uyandırmasalardı beni. gözlerim kapalı yaşasaydım hayatı, tıpkı sokak aralarında dolaşan bir deli gibi. mahzunluğuma mazeret uydurmak zorunda kalmasaydım, çocukların kulaklarıma küpeyi yakıştırdığı bir deli. o kadar çok sokak olsaydım ki, her kaldırımın aşınmış parçasını bilseydim. gökyüzüyle sonsuz dostluğumu pekiştirebilirdim belki. bana saat kaç diye sorduklarında gerçekten bilecekmiş gibi gökyüzüne bakıp tam saati söylerdim.


mesela bu gözler onu görmezdi, mutluluktan çok acıyı getireni, parçalayanı ve hiçbir zaman olmayanı. bir yanılsama gibi kalırdın hep benim için. kokusu değişmeyen, bir tek sesinden tanıyabileceğim bir yabancı.


rüyama da gelmezdin mesela o zaman. başımı ağrıtan kabusların sebebi olmazdın.


aslında sen hiç olmazdın. her anı, her hatıra, her şarkı sözü silinip giderdi. hala dipte yaşamaya çalışarak devam ederdim hayatıma. sadece 3 akordan oluşan bir şarkı gibi. sadece yemek yemek ve uyumak için duran forrest gibi. aynı döngü.


hiç sahip olmadığımız aitlik hissi. olamadığımız.


artık hiçbir soru sormayacakken ve aklıma gelse de ünlemeyecekken, şimdi, zihnime üşüşen soru cümlelerinin cevabını dahi istemiyorum. ölmek üzere olan bir adamın son isteği gibi, ben de hiçbir şey istemiyorum.


****


sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur.

2 Eylül 2011 Cuma

umursamazlıklarıma bir neden bulmak için çok çabaladım. en sonunda da vazgeçtim. insan kendini olduğu gibi kabul etmeli dedim çoğu zaman. o kendiyle barışık kuul insan triplerini ise hiç sevmedim. aslında ben, başkalarının kalıplarına erimiş metal gibi dökülmeyi hiçbir zaman sevmedim. buna rağmen, kendim de "ben"i bir kalıba oturtamadım, sürekli değişken oldum. şimdi çok uzak zaman önceymiş gibi gelen bir tarihte, bir "arkadaş"ın dediği gibi eğer bir yemek olsaydım, türlü olurdum. en azından "ol"abilme başarısını gösterebiliyorum.


ne kinyas olabildim, ne kayra. ne kinyas kadar uykusuz, alkolik ve cehennemi seven, ne de kayra kadar hayalci ve kadınını döven biri.kinyas'ın anlattığı bir hikaye vardı, sürekli kürk giyen bir arjantinli hakkında. bardaki ispanyol bir trompetçiye aşık olan adam, heteroseksüel olan ispanyol'u bir şekilde kandırıp birlikte yaşamaya başlamışlardı. evet, onun için ispanyol'la birlikte uyumak, cennetteki şaraplar kadar tatlı ve cennetin kendisi kadar huzur vericiydi. bir gün, arjantinli, trompetçiyi yaktı adam uyurken. kimse niye yaptığını bilmedi. sorular soruldu, teoriler ortaya atıldı, ellerinde kelepçeyle hapishanelerde çürüdü, ama "niye?" sorusu hep cevapsız kaldı. bir tek kinyas biliyordu cevabını. çünkü adam ayıkken rüya görüyordu. uykusunda yaktığını zannediyordu. oysa o hiç uyumuyordu! yaşadığı her şey bir rüya. her gülümseme, her tensel dokunuş zihninin bir yansımasıydı onun için.. nasıl ki kinyas'a "her şey bir rüya aslında, değil mi?" denildiğinde, o deli gibi korktuysa, ben de işte öyle korkuyorum. bir gün birinin çıkıp tüm yaşadıkların karakterini güçlendirmek için yaptığımız bir oyundu denilecek diye korkuyorum. tıpkı o filmdeki gibi..


sahi, kazanan yalnızdı hani?

29 Ağustos 2011 Pazartesi

nasıl başlayacağımı bilmiyorum. hiç bilmedim evet, ama bir fikrim olurdu hep. şu an o da yok.


yoğunlaşabildiğim tek düşünce şu sıralar kaçmak. her şeyden, herkesten. her anıdan, her ezgiden ve her satırdan. yapamayacağımı bile bile. asıl iş istemek değil, asıl iş her türlü imkanı yaratabilmek. imkansızlıklardan çıkabilmek.
ne denedim, ne de yapabileceğime dair inancım var.


bazen öyle bir an geliyor ki, herkese küsüyorum. herkesi unutuyorum, kimse kalmıyor aklımda. ağlamak istiyorum. çok ağlamak istiyorum. yapamıyorum. o an aklıma yapamadığım şeyler geliyor. uzun bir liste. artık eskisi gibi içten gülemiyorum diyorum kendi kendime. ara sıra kendimle konuşuyorum. bu güzel bir şey. sonra kendi kendimi yargılıyorum. suçlayan da benim suçlu da, savunan da. gerçi savunmuyorum, savunamıyorum. çoğu zaman tüm suçlamalar haklı ve tüm keşkeler biraz hatalı.


sonra ne kadar yalnız olduğumu ve çok uzun zamandır öyle olduğumu hatırlıyorum. sanki sevdiğim kadınlar hiç yanımda olmamış gibi, sanki geçip giden senelerde onların başrol oynadığı sahneler hep fluymuş gibi.


ve sanki ben hayatımın şu anına kadar hep "avare" dolaşmışım gibi.


ve hep aynı his. hep aynı heves. bir şeylere başlamak gerektiğini bile bile başlayamamak. binlerce kilometre yürümüşcesine yorgunum. elimden tutup kaldıran birisi yok. dahası herkes kendi başıma ayağa kalkıp tekrar koşmamı beklerken, bense yerimden kalkmayıp bir sigara daha yakıyorum. yorgunum ve ben bunu her fırsatta dile getiriyorum. kimse tarafından da siklenmiyorum. olsun, ben etrafımdakileri böyle de seviyorum.


arınıyorum. arındığımı hissedebiliyorum.
ve hiçbir niteliği olmayan yazılar yazmaktan büyük zevk alıyorum.

25 Ağustos 2011 Perşembe

"şöyle başlamalı belki de;
'bütün kayıp cümleleri bi kenara itip,
katlayıp ruhumu en ince yerinden,
naftalin kokulu bavullara inat alıp da kolumun altına
sadece gitmek istiyorum
bu ülkenin ortasına.' "


mutluluğu kollarımın arasına aldığımda, tüm hücrelerim ona tapıyordu.


hatırladığım şeylerin ne kadar az olduğu beni üzüyor. kendi kendime kızıyorum, bu kadar çok ve bu kadar isteyerek zihnimin derinliklerine ittiğimi farkettiğimde.


ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim olmamasına rağmen, sadece isteklerimin önemli olduğunun da bilincindeyim. çok uzun zaman önce söylediğim lafları çiğniyorum şimdi, burda olarak, burda yazarak.


kokunu içime her çektiğimde kendi kendime hakaret ediyorum, o çok önemsediğim gururumu ezip geçiyorum.


kendimden korkuyorum. bir an için söylediğim cümlelerin etkisine gireceğimi ve hiçbir zaman çıkmayacağımdan korkuyorum.


aslında içten içe de bunun gerçekleşeceğini biliyorum ve inceden bir hüzün kaplıyor içimi. ama pişmanlık içermeyen bir hüzün. gururlu ve mağrur bir huzur.


biliyorum ki ben kendime ihanet ettiğim gibi sana da ihanet edeceğim. fırlattığın hakaretler canımı yakmayacak, onların açacağı yarayı ben kendime daha önceden açmış olduğumdan. üzüleceğim, hem de çok. bir kardeşin abisine ihanet etmesi gibi. belki de bir öğrencinin, ustasını öldürmesi gibi. ne farkeder?


ileride vereceğim savaşlar için güç toplamak istiyorum. her şeyden, herkesten, senden bile, uzaklaşıp sessizce yaşamak istiyorum bir süre. bu bir süre kavramının içini hep boş bırakmak istiyorum aslında. en büyük korkum yalnızlık iken şu sıralar tek sığınacağım şey yalnızlıkmış gibi geliyor bana. her şey ne kadar boş gelse de, ve tüm olan bitene hiçbir cevap getiremesem de-ki buna gözlerinin güzelliği de dahil- seni bir an için düşündüğümde yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşiyorsa, yaşıyorum demektir.




şimdi ve sonrası, tek üzüntüm, ellerini doya doya tutamamamdır.
ve gideceğim yer, tam olarak düşlerinin ortası.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

bunlar kadınsa biz neyiz gerçekten merak ediyorum.

brigitte bardot



filiz akın




marilyn monroe




türkan şoray




audrey hepburn




gülşen bubikoğlu

"şöyle başlamalı belki de;
'kaybettiğim cümleler benim değil,
hiç yazılmamış bi romanın başlangıcıydı.'


onlarca çizgi
29 harf


ve söylenebilecek milyonlarca kelime varken neden bunların bi araya geldiğini bilmiyorum.
gözlerini irice açıp etrafına hep yeşil bakan, tas kesimli kumral saçlı ütopik bi erkek çocuğundan neden vazgeçtiğimi bilmediğim gibi.


-affet sevgili; bu, sana.


bahsedilebilecek milyonlarca mesele varken;
bombalanan ve yağmalanan şehirler
depremler, yanardağlar
yıkılan devletler, kurulan parlementolar
idamlar ve açlıklar
takımlar ve oyuncular
renkler ve sesler
varken..


-mesela, beynimi yiyip duran bi hastalık-


yahut dururken bi kenarda yağmur yüzünden yarım kalmış bi piknik.
bi yaz gecesi ayağımın altındaki şehrin ışıklarına inat uzanıp kovalarken bi yıldızı
aklımda dizlerin varken..


neyi anlattığımı bilmiyorum.


-affet; sana sevgimi kusuyorum.


şöyle başlamalı belki de;
'bütün kayıp cümleleri bi kenara itip,
katlayıp ruhumu en ince yerinden,
naftalin kokulu bavullara inat alıp da kolumun altına
sadece gitmek istiyorum
bu ülkenin ortasına.' "





15 Ağustos 2011 Pazartesi

" aklımın en ücra köşesine kaçıyorum, olmadığın zamanlarda.
mesela ağaçlarından göğü gözükmeyen bi ormana kaçıyorum
uçsuz bucaksız bi yaylasına kaçıyorum mesela trabzonun.
büyüdüğün iklimin ıslaklığına kaçıyorum
-çocukluğuna-


iki renk diliyorum; mavi ve yeşil.
çiçekleri unutuyorum- ki onlar 'huzur ve sükûnet katar'-


ellerinden tutuyorum.
ellerinden tutup beyaz elbisemin, en olmadık hayalin peşinden koşuyorum.
-hiç yaralanmamış mavi bi uçurtmaya koşuyorum-


rüzgar dinince; nefesim, dizlerinde..
uyuyorum.
sesin; yüzyıllarca dinleyebileceğim tek tını.
tenin sevdiğim.
tenin en tenha yerim.."



bazı şeyleri değiştirmeye çalıştıkça eskisi gibi kaldığını görmek çoğu zaman hayal kırıklığı yaratıyor. bir hayatı tekrardan inşa etmeye kalkışmak zor, lakin bazen zor olan şey, zorunluluk. eyvallah deyip geçmek lazım.


belkileri unutup gerçeklerle yüzleşmeyi hep istedim. hala da isterim. hiçbir zaman o cesareti bulamayacağımdan emin olduğum kadar, gerçeklerin beni "öl"düreceğinden de eminim.


o kadar çok bölüyor ki beni o, o kadar çok arafa itiyor ki. ne kadar "çok" olduğunu sonraları anlıyorum. okuduğum bir şiirin nefesimi kesmesi gibi kesiyor soluğumu, alıp götürüyor hiç habersiz ve sanki hiç geri vermeyecekmişcesine gözlerimin içine bakıyor.


sorsanız; sürekli aynı şarkıyı dinlemekle ot çekip kafayı bulmak arasında bir fark olmadığını söylerdim. işte benim yaptığım da buydu. gözlerine bakıp kendimi uyuşturmam.


başka hiçbir şey düşünmeyecekmişim gibi, sanki beni bekleyen onlarca problem aslında hiç yokmuş gibi davranmak istiyorum. istiyorum ki ellerini tutarken ellerim terlesin, saçmalayayım, hatta konuşamayayım.


ben aslında her şeye razıyım, sensizliğe dahi.


lakin artık yaşamak istiyorum. özgürce, korkmadan seni yaaşamak. çıpla gözle görmek istiyorum seni artık, düşlerime sıkışmış halinden ziyade..


şarabımın yanında meze ol istiyorum, söverken tek tek hayata, yanıbaşımda ol, haklı olduğumu sessizliğinle göster istiyorum.


"çok" ol istiyorum.


hatta ve hatta, farketmeden, bir bahar akşamı rastlayayım sana, uzun zamandır beklediğin bahar gibi sarılayım, geri dönüp baktığımda unutayım tüm telaşlarımı tüm anılarımı...


bıraktım her şeyi, elde kalan hikayeye geri döndüm.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

" perde hafifçe aralandı.
uzun zamandır beklediği bahar gelmişti. 
ılıkça esen rüzgarı pembe bi koltuğun sol yanına davet etti.
adeti değildi porselen fincanlarda papatya çayları ikram etmek, 
bi bardak karışık meyve suyu koydu ortaya. 
ortaya, hileli olması ihtimal dahilinde olmayan bi tavla koydu -kural; her zara bi kahkaha.-


...


ağzını açtı bahar; Ocağın ortasında durup dururken esen, yorgun bi mevsimin soğuğundan arındıran, şaşırtan, gülümseten bi lodos esti.


avcunu açtı bahar; bi karadeniz yaylası kadar genişti, sonsuzluğu güvenli, masumiyetinin arkasına gizlenmiş tutkusu kadar kırmızı.


gözünü açtı bahar; üzerine yapışmış güzün kalın kabuğunu sıyırıp bıraktı.
baktı.
'artık korkmuyorum hayatın merkezinden!'


ılıkça esen rüzgara eşlik etti tek nota;
adı Fa.
uzun zamandır beklediği bahar gelmişti.
perde hafifçe aralandı.


adı aşk.."





12 Ağustos 2011 Cuma

ne içindeyim, ne de dışında.
bir cambaz gibi yürümeye çalışıyorum çemberin üzerinde.


meyhane masalarında kahroluyorum, sana kahretmek yerine.


ünlemek istediğim kelimeler hala derinlerde. hem de çok. hep kıskanırdım. onun dilinden süslü püslü cümlelere, kalemi eline aldığında ortaya çıkan karmaşık kelimelere hiçbir zaman sahip olmadım, olamadım.


aslında en büyük sorun olamamak.


korkularımın yönlendirdiği hayatımı hala bir düzene sokamadım ve biliyorum ki hala hiçbir şey olamadım. bir aşık dahi olamadım.


çaresizliğimi ifade etmek için kelimeler bulamıyorum. şaşkınlığımın örttüğü hayalkırıklarımın gözyaşını silmek istiyorum şimdi. bunca yıldan sonra hislerini gizlemeyi öğrenmiş bir "adam"a sırf bunun için hayran olmak, ancak ve ancak o adamı tanımayan birisi için mümkündür. keza bir insanın kendini kandırması, hele ki böyle bir konuda, sonunda kişinin tüm hayallerini teker teker boğazlamasıyla sonuçlanır.


esasında mühim olan, aslolan şey sonuçlar değil nedenlerdir.


nedenlerini bilmeyen, ve buna rağmen hala büyük bir umursamazlıkla yaşamaya devam eden, düşe kalka nefes alan adam. işte o adam dünyadaki en silik adam.


hayatta tesadüfi aşkların nedeni olduğu gibi tesadüfi aşkların hiçbir zaman yürümediğinin de nedeni var.
benim ona hayran olmamın nedeni olduğu gibi asla onunla olamayacağımın da nedeni var.


hatta ve hatta, uzun zaman önce olayların sonuçlarıyla ilgilenmeyi bırakmış birisi için ilişkinin mutsuz bitmesi, eskisi kadar acı verici değildir.


yine de bu, pişmanlık değil, inancımdan gelen hüzün...

9 Ağustos 2011 Salı

şimdi, yolunu kaybetmiş bir kedi gibi hissediyorum kendimi. büyüdüğümden dolayı yaşlanmışım, yaşlandığımdan dolayı körelmiş ve hiçbir şeyi hatırlayamaz olmuşum. kesik kesik gözümün önüne gelen sahnelerdeki başrol oyuncusu, bana hala aynı şekilde gülümseyebiliyor, o eşsiz güzellikteki gözleriyle bana seslenebiliyor.


sessizce başımı kaldrıp ona bakıyorum. gördüğüm en güzel yüz. altın saçları, beyaz teni ve mükemmel gözleriyle "ben dünyanın merkeziyim!" diyebiliyor. ondaki güzellik o kadar dikkat çekiciydi ki, lanetlenmiş olanlar bile görebiliyordu o saf güzelliği..


bir zamanlar onu görmüyordum. kör değildim henüz, ama gözlerimin önüne bir perde çekilmişti, bir başka kişi tarafından.. şımarıktım, gençken. onun sevgisini de şımarıklık olarak görürdüm. fakat şimdi daha iyi anlıyorum.


onunla birlikte olmamız sanki her ülkenin anayasasında yazılmış bir kural gibiydi. olmalıydı, yaşanmalıydı, altın saçlar tenime değmeliydi, dudaklarından dökülen isim ben olmalıydım, ağladığında başını koyacağı omuz, teninin içindeki deliliği dışarı vurduğunda ben sakinleştirmeliydim onu.


fakat yok saydım.


yıllarca yok saydım onu. duygularımı, hayranlığımı yok saydım. gözlerimi sakındım gözlerinden. sesinin büyüsünden kaçtım, aramıza duvarlar ördüm, sırf parmak uçları dokunmasın ellerime diye.


kendimle hesaplaşmaya başladığımda, bazı şeyleri kabul ettiğimde de sürekli bir hata aradım. aynı bir dikiş makinası gibi dokudum gerçekleri, aralarındaki ilmekleri çözdüm, tekrar diktim. her hatayı düzeltmeye çalıştım, mükemmeleştirmeydi amacım, tıpkı daha önce deneyip başaramadıklarım gibi.


korktum.


elime yüzüme bulaştırmaktan korktum. bu kadar özel, bu kadar değerli bir canlıyı kaybetmek, düpedüz intihardı benim için. narin ve ince...


şimdi korkmuyorum.


biliyorum ki o, sonuna kadar yanımda olacak ve her daim bana o gülümsemesini bahşedecek. biliyorum ki o her yolumu kaybettiğimde elimden tutup çekiştirecek, "bak ben burdayım." diyecek, sessizce yanı başımda yürüyecek. o hep sessiz yürür, çünkü bazen sessizliğin ne kadar çok şey anlattığını bilir.


ve evet, doğrudur, ben onun en çok gözlerini severim.