16 Kasım 2011 Çarşamba

elbet benim de bir suçum olmalı.


bir yerlerde atladığım ayrıntılar, hani o şeytanın gizlendiği mecralar, ya da bir şeylerim eksik olmalı. ya çok yaptım her şeyi, ya da hiç.


rutinleşmiş günlerimle birlikte önce sessizlik geldi. acısız olan ayrılıkları tadamadım hiç ama. bu sessizliğin bana hiçbir faydası olmadı kendimi dinlemek dışında. o kadar çok dinledim ki, sıkıldım. sonra sıkılmaktan dahi sıkıldığımı farkeder oldum. obsesifleşmek ise bir sonraki aşamamdı. sürekli aynı şarkıları dinleyip sürekli aynı yemekleri yemekten hiç bıkmadım. çünkü hiçbir zaman istemediğim şeyleri yapmadım. en azından buna hakkım vardı ve bu hakkı sonuna kadar kullandım. bazı şeyleri zorlamak yerine oluruna bırakmanın en güzeli olduğunu da bu dönemlerde anladım. hani o sessizliğin beni ele geçirdiği dönemler.


****


bir gün, sanki üzerinden yıllar geçmiş gibi-ki sanırım geçti- düştüğümden yerden kalktım ve doğruldum. üstüm başım toz içindeydi. yaralanmıştım, kan pıhtıları rahatsız etmiyordu beni, sadece geçmişi hatırlatıyordu. umursamazlıktan geldim her şeyi.


derin bir nefes.


ilk gülümseme çok önemliydi. her zaman önemliydi aslında benim için. ufak şeylerle mutlu olmayı öğrenmiş, işin aslı zorunda bırakılmış, biri olduğumdan beri ilk gülümseme yaşamın teminatıydı. yaşamın devam edeceğini biliyordum artık, çünkü yüzündeki gülümsemeyi tadabilmiştim. en azından.


yeni doğmuş bir bebek gibiydim. konuşmayı bilmeyen, ağlayıp sızlayan, şefkat isteyen, tüm bunların hepsini gören ama yine de üzerindeki kan pıhtılarına kafasını takan bir insan. geçmişi silmek ne kadar imkansızsa, tüm bunları kabullenmek de o kadar zordu. yerden hiçbir zaman kalkmayacağımı düşünürken ayaklanmam bile bir mucizeydi. klişe türk filmlerindeki türden bir mucize hem de. biraz absürt, biraz zorlama, biraz da hikayenin sonunu uydurmaktan. o his hep vardı. ama yine de beni zorlayan hiçbir şey yoktu. ne işkenceden korktum, ne de ölümden. bunu da, her ne kadar yürüyen bir ölü olsam da, istediğim için yapmıştım.


derin bir nefes.


her adımım bir acıydı. her koşmaya çalıştığımda bacaklarım dallara takıldı tökezledim. yavaş yavaş yürümeye çalıştım ben de. aslında mecburdum buna. üzerimdekiler o kadar çok ağırdı ki, ben her seferinde zorluyordum kendimi yine de.


düştüm.


bacaklarım kanadı. bu defa annem yoktu yanımda. oturup ağlayacak yaşı geçmiştim, sadece dizlerimden akan kana lanet etme imkanım vardı. küfrettim beni düşürene, kim olduğunu bilmesem de. ama azimliydim. kalktım tekrar, yine düşeceğimi bile bile.


karşı çıktığım en önemli nokta ise bunun bir mazoşistlik olduğu konusuydu. her seferinde düşmeyi göze alabilecek güç varken, neden kendimi sakınayım diye düşünürdüm hep. bundan acı almaktansa küçük çocukların yürümesi misali, düşe düşe öğreniyordum yaşamı ben de. bu da benim yaşamımdı. bu da aslında benim acımdı. tekrar düşeceğimi bile bile yürümeye çalıştım çünkü inancım vardı. gecenin biteceğine, gündüzün hayatıma hakim olacağına dair. inanç değil midir zaten insanı yöneten? inanç değil midir zaten insanı aşık eden?...


çok sonraları anladım beni düşürenin sen olduğunu. ve aslında benim de umudumun pamuk ipliğine bağlı olduğunu. çok sonraları anladım aslında senin de benim kadar yorgun ve isteksiz olduğunu.


derin bir nefes.


bir kör tadında yaşarken hayatı her şeyin, her gerçeğin gözüme sokulması kadar yıkıcı bir şey yok. ve sanırım tüm bu gerçekleri götürdüğü şeylerdi benim orda düşüp kalkamamam. ve hatta, sana olan sevgimin ve inancımın bile değerini alıp götüren gerçeklerdi bunlar. tekrar aynı şeylerin yaşanacağı bilinci, neredeyse bir yılımın daha karanlık içinde kalacağı bilinci daha da yıkıcıydı. yapılan tüm planların, kurulan tüm hayallerin gerçekleşmeyecek olması, gidilecek onca yer, birlikte yapılacak onca işin olması.. işte bu öldürücüydü.


son bir nefes.


bıraktım. dağınık kaldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder