29 Şubat 2012 Çarşamba

savaş sırası/sonrası - mektuplar

"Tanis' e


sebebini hep çok iyi bildiğim ama hiçbir zaman dimağımda anlam kazanamayan bir savaş uğruna gittiğin günden beri yazdığım onca mektuptan sadece biri şu an okuduğun.
eline geçtiyse tabi eğer.
gözün, değmeye cesaret edebildiyse
uzak da olsa bir şehirde atan bir kalbin varsa hala..
-sahi kalbin var mıydı senin?-


yüklediğim bütün anlamları geri alma isteği var son günlerde içimde
biriktirdiğim çok sabır var, dinlediğim çok şarkı.
içimde; elimi daldırınca ulaşıp seni sökmeye başlayabileceğim o ilmeği arama telaşı var, gülüşünü anımsayınca sakinleşen ve bununla doğan peşine takılma isteği.
içimde, başımı alıp gitmeler var.
aylarca, gece gündüz demeden bir yerlere gitmek
hiç var olmayacağım bir yere..
ne acıkayım, ne yorulayım
içime binlerce şarkı sığdırayım
yağmur yağsın, ben ıslanmayayım.
dağılan tüm anılardan, biriktiremediğim nefeslerinden ve daha nicelerinden bir sal yapayım denizi olmayan bu ülkede, yeni herhangi bir yere gidememek için.


içimde demlediğim bir hüzün var
ve verandada çayıma eşlik eden bir şarkı; 
'sana ihtiyacım olduğunda neredesin.. orada mısın?'(*)


yürüyemediğimiz bir nehrin kıyısından sesleniyorum şimdi sana
denedik ve kaybettik
-su durdu-
öyle uzaktan
gerçeği, sevgiye tercih ederek..
şimdi söyleyemediğim sözler var çiğnemeden yutulan lokma gibi takılı boğazıma.
olan ve olacak olan çok şey var.
kayboluşlarım
kaçışlarım var.
vazgeçemeyişlerim.
öyle alev alıp sönerken,
öyle sevip öyle nefret ederken,
öyle karmakarışıkken..
yeni bir güne başlayabilmek üzere uyuduğum çok gece var
umudumu kaybetmemeyi denediğim, yaşamaya dair
'böyle devam edersen, ölürsün' diyorlar ya, son bir kere daha görmeden gözlerinden kendi hüznümü; asla!
nefes almaktan başka çarem yok
ve yapacak işim de.


bekliyorum Tanis,
ben hala Kitiara'yı gömmeni bekliyorum, en kutsal ölülere duyulabilecek ama en hakedilmeyen saygıyla.
15 yıl sonra kollarına ölmeyi bekliyorum.
gel, yüz yıl sonraya üfle ruhumu..


                                    Laurana


..."

(*)http://fizy.com/#s/1bjrx1

21 Şubat 2012 Salı





önünde buldu zarfı. açtı.






"ah hayır, umduğundan farklı olarak edebi içeriksiz bi mektup olacak bu.
sadece 7 parça.
ama bundan sonra adın gece'dir adam.
onun kadar karanlık, kalabalık, kelimeleri hep içine, yalnız..


ne demiş cemal süreya: 'sayın tanrıya kalırsa seninle yatmak günah'
sanırım aynı tanrıya kurban sunuyoruz biz kendimizi, çünkü benim tanrıma göre de seni sevmek yasak.
ama adem nasıl yediyse o meyveyi cennetten kovulma pahasına
sanırım ben de öyle bi halt yiyorum
her gün yiyorum
her sabah gözümü açtığımdan her gece zıbarana kadar
allah ne verdiyse
her öğün yiyorum


-iyibok yiyorum!-




I


"gece, bu sana armağandır;
an itibarıyla başımda dönüp duran çakır keyfi kuyruğundan yakalayıp önüne koyuyorum, senin bana bahşettiğin gidişlerinden daha manidar bi hediye olmadığı için özür dileyerek.
ve özür dileyerek başımdan.


(sanırım son zamanlarda en çok yaptığım iş oldu özürler, aflar. 
vicdanım hafiflesin diye değil. 
kendimi kendime bağışlatmam lazım, hepsi bu.)


özür dilerim, seni bekleyerek geçirdiğim zamanımdan ve bekleyerek geçireceğim geleceğimden.
özür dilerim, karşıma çıktıklarından sonraki ikinci görüşmede adlarını anımsamak istemeyerek senin adınla sesleneceğim her adamdan.
özür dilerim kulaklarımdan, kazım koyuncu'nun, cem kısmet'in seslerinin üzerine seninkini kaydettiğim için.


-hayır, kafam bi kaset değil. en azından şimdilik. yani başa sarmaya başlamadığı sürece-


varlığından sana hiç bahsetmediğim pencere önü çiçeğimden de özür dilerim.
bi film vardı, hatırlıyorum. bilirsin sen. neydi adı?
neyse ne..
onun gibi, oradaki gibi..
bi kaybın ardından yas tutar mı beyaz?
kök salar mı peki gömüldüğü yerde?
mathilda unutur mu leon'u?
uzatır mı saçlarını dersin?
sigarayı bırakamayacağına dair iddiaya girelim hadi!


-senin bana veremediğin cevaplarını seveyim be.-"








II


"bana borçlusun gece; uyku borçlusun, hayal borçlusun, kelime borçlusun, çok yaş borçlusun, zaman borçlusun, özür borçlusun.
sanırım sana bi duyun-u umumiye kurmalı. 
ya da vazgeçtim ben bu işten. neticede iktisad ve ekonomiden anlayan ben değilim.
hem her şeyi yazdığım bu defterin üzerinde sigaralarımı söndürmekle meşgulüm şu an.
gölgeni çeker misin?"








III


"ben ne zaman mavisi bol hayaller kursam insanlar bu şehri terk eder.
ama bi insan gelemediği bi şehri terk edebilir mi?
hayır.
o halde sanırım yine elde var sıfır.
bu daha ziyade 'olmayana ergi' gibi oldu.
yani biz buna matematikte 'olmayanı varmış gibi gösterip olanı ortaya çıkarma çabası' diyoruz.
demek ki neymiş; 'beni seviyormuşsun gibi düşünmek' ispatımızın başlangıcı.


-seni, beni sevemediğin yerlerinden seveyim be.-"








IV


"şimdi seninle biz aynı adadayız; yarısı gece, yarısı gündüz.
yani hep zıt
yani hep sırt sırta
görüş alanı farklı, mesafesi sıfır.
ama burada hiç gemi yok kaptan!
mahsur kaldık..
sırf bu yüzden, sarfedilen son kelimelerin şerefine, tam 7kere; önce renkli, sonra beyaz!
kirlenmeden gider misin?..


şimdi seninle biz çok şey olsak;
bi japon kızın gidip gelen hafızası olsak mesela
ya da ispanyol yapımı bi hapishaneye düşse yolumuz, hücre no 211.
peki biraz tren garı olsak?
saatte 250 kilometre hızla geri dönse umutlarımız?
ya da öylece bırakıp hiçbir şey olmasak, kaç an daha eksilir ömrümüzden?"








V


"şu fonda çalan şarkılar olmasa da hatırlarım ben seni.
benim olmayışların, benimle olmadığın anlamına gelmez ki.
ama durum özeti yapmak gerekirse; varlığım, yokluğumdan fazla rahatsız ettiği zamanlar giderim ben.
huy işte.
çıkasıca..
ve bu yüzden
ve böylelikle
bir sevmenin daha sonuna geldik.


-biz sona geldik de, gidip de bana dönemediğin şehirlerinden seveyim seni be.-"








VI


"taze fasulyeden meze olur mu adam?
olmaz!
neden?
çünkü kartken, düdüklünün baskısını tatması gerekti vakti zamanında.
o yüzden sofrada yeri yoktur.
adetimiz kurusun.
aslına bakarsak ne geldiyse başımıza bundan geldi
(fasulyeden değil tabi ki, adetten.)


yani aslında hep adettendi ademoğlunun kendine 'en iyi gelmeyen' şeylerle uğraşması
ve hep eski bi alışkanlığın kanıtıydı tırnak aralarındaki kan.
ve aslında hiçkimseyi sevememek kadar kötüydü seni sevmek; ağır ama atlatılması mecburi bir hastalıktı..
iyileşmek isteyip istemediğimi bilmiyorum.."




7.parça?
adam anlar bir parçasının daha eksildiğini
ve anlar aslında ne kadar çoğunu da yanına katıp götürdüğünü.
susar.
çünkü bilir; bazen ilaçtır yalnızlık ve sessizlik..



15 Şubat 2012 Çarşamba

-hafif bir inlemeydi parmaklarımın arasından kayıp giden.


göremeyişimin bir nedeni olmalıydı. çoğu zaman sakındım bakışlarımı başkalarından uzun süre, sırf gülümsemenin tadı gözyaşlarımda kalsın diye. 


ama bu farklıydı. bu başka bir suskunluktu. çok tanıdıktı cümleler. kumdaki ayak izlerini görebiliyordum üzerinden geçtiğin, onlar hep orada kalacaktı, ta ki sen üzerinden yürüyüp geçtikten sonra. sevmiştin aslında rolünü, herkesinki kadar. benim kadar. yalnızlığın alışkanlık olduğu bünyelerde sık görülür bu kendini adamışlık. en ufak bir dala tutunmak, bırakamamak, istememek hatta. tıpkı bir tiryakinin son sigarasını filtresine kadar içişi gibi, o da sevgisini son damlasına kadar harcıyordu. bağışlıyordu, çabalıyordu, seviyordu, kıskanıyordu.


hissizlik doruk noktasına ulaştıktan sonra gözlerini açtı. 


-artık o derin uykulara yatmıyorum. çünkü biliyorum artık beklemeyeceksin beni.


istemek yeterdi hep hani? 
doğrudur, kalbin sesini dinlemek, beynin sesini dinlemekten daha kolaydır. 


ayrılığa kurban ettiği cümleler kendisinin değil, yazılması gereken, baş kahramanı "o" olan romanın ilk cümleleriydi.


aslında ne başlangıçları, ne de sonları sever. çünkü her ikisi de hüzün içerir. başlangıçlar bir önceki sonun kardeşiydi. çünkü hiçbir başlangıç, bir bitişten önce gelmiş olamazdı.


sonraları, çok sonraları anladım sesimin çıkmadığını, duyuramadığımı kendimi. o kadar çok karanlıktı ki. kafiyelerimin doğuşunu bile unutmuştum. esasen değil sesimi duyurmak, nefes almam bile mucizeydi. 


bunu anlatmadım.


bazen.. bazen anlatmak sevmek kadar zor oluyor. kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibi hayatın gözlerinizin önünden akıp gitmesine izin veriyorsanız ve hala mutlu olduğunuza inanıyorsanız, iyi bir yalancısınız demektir.


-ben hiç olmamışım. oluşum kutsanmıyor şu an dudaklarda. ben isimini kutsarken...


kolay olan suçlamaktı. incitici sözlerin ünlenmesiydi kaçış. ağıtlar yakıp "öl"enin ardından, nefesini kontrol etmemekti. aslına gitmesini istemekti. bunu kendine dahi itiraf etmemekti.


bir sihre inanmak, onun gerçekliğini değiştirmiyor. hele ki hayran olduktan sonra o gizeme.


doğru, "o" , sihirdi her defasında yüzüme gözüme bulaştırdığım.


şimdi...


şimdi aynı anda el yazısına başlıyoruz. tekrar. ben uzakları sevdim hep, varlığının bahşedildiği uzakları. 


şimdi uzakları sevmeyi bırakıyorum. 


çünkü şimdi, seninle aynı sokakta oturan o tanımadığın çocuğum.



8 Şubat 2012 Çarşamba

ne kadar da kırılmış ve ne kadar hüzünlü bir kelimeydi yokluğun. tarifini beceremediğim renkler gibi. içimi kıpır kıpır eden, biraz garibime giden, bolca sevdiğim o cümlelerin gibi.


senin ünlemelerin, benim sigaram.


ne olurdu bir yudum daha alsaydım gözlerinin ferinden? kaçıp gittiğin o şiirden, hiç mi gelmez şimdi seslerim dudaklarına? hiç mi üşümez ellerin? hiç mi gülmez yüzün artık?


tırnaklarını yiyen bir çocuğun umursamazlığı gibi, ben de bıraktım gitti hayatı, önümde uzanıp akan bir nehir gibi. gelişine yaşamak bu olsa gerek. tadı kekremsi. oysa ne çok severdim karmaşıklığını, karışıklığını. sürekli dağınık, olabildiğince göz kamaştırıcı.


saplantılı bir hal aldıktan sonra sevgi denilen şey, bırakıp gitmek en doğru olanıydı.


hayır, en kolay olanıydı.


hangimizin cesareti vardı ki geride durup gözlerimizden çıkan şimşeklere tahammül etmeye? daha kaç tel saçımız beyazlayacaktı bir tek gülümseme ve mutlu an için? ikimizin seçimleri de aynıydı. ne bir eksik ne bir fazla. uğruna savaştığımız şeyin sonundaki halimizi gördükten sonra, ki bu en acı verici kısmıydı.


bırakıp gitmekti en doğru olanı.


kaçmaktı. savaşmamak, bol bol ağlamak ve bol bol boşluğa bakmaktı. artık düşünemeyen, tek derdi incitmek olan insanlardık. gözlerin/mdeki gülümseme tad vermiyordu.


aynı şarkıya saplanmak gibiydi seni sevmek. başka bir şey dinlemeye çalışmak, ama becerememek, mahkum olmak, bundan da zevk almak gibi. evin önüne 2-3 metre karın olması gibi. can sıkıcı, ama bir o kadar da güzel!


gittin. olanca acımasızlığınla.


insan bazen söylemek istediklerini söyleyemiyor. söylemek istemiyor ya da. bu da öyle bir şeydi. gitme diyemedim. belki senin gitmeni istedim. belki de hep söylediğim gibi damarlarımdaki bir zehirdin, arınamadığım kendi başıma. gittin ve ben tek başıma kaldım.ama kalan kişi yaşayanlar ülkesindedir. kalan kişi yaşayacaktır. kalan kişi unutarak yaşayacaktır.


özlemek kutsal ise unutmak da kutsaldır.




insan sahip olduğu hafızayı sevemez hale gelir kimi zaman.
ya fil olsun, standartın üstüne çıkıp sonsuza kadar yaşasın ister
ya da balık olsun, hepsi birer birer bir anda ölsün.
nankörlük mü?
bence değil.
en azından silinmeye başladığını farkedince..


*


yarı uyur yarı uyanık halde gördüğümüz rüyalarla, sevdiğimiz zamanların uzayda kesiştiğini düşündüğüm anlar yok değil.
mesela; bütün gece -sırf izleyebilmek adına nefesini- uyunamamış bi uykuyla sabahı edip huzurunu yıkamaya kıyamadığın bi gülümseme varken zihinde; bir an sonra, eksilttiği sıvı miktarıyla doğru orantılı olarak şişen bi çift göz görebilir insan aynada.
hüznün bu derece içselleştiğinin tek şahidi!


ya da bazen bi sigara yakıp çıkınca balkona
-ki akşam kızıldır o dakika, mevsim kışa dönmüştür, kara çalmış bi yağmur sonrasıdır biraz-
tanıdık bikaç melodi gelir kulağa yazdan kalma: 'olsun demek de zor artık, çocuk düşlerimiz yok artık..'
son duman rüzgara karışır son notayla birlikte
gözünün önünden gitsin diye, en azından biraz dağılsın diye gözleri yüzünün ortasına basar gibi, basarsın izmariti küllüğe.
şarkı susar
yaz solar
öyle..


*


"hep aynı sahil kenarını görüyorum
hiç gitmediğim, gerçekten var olup olmadığını bile bilmediğim..
sahiden gittik mi oraya?
peki hiç bahsettik mi?
yoksa aklıma koyup da ben mi taşıyorum bizi şehirler ötesine..
hafızamı sevmiyorum.
rüzgar esiyor.
dağılan yalnızlığımı düzeltiyorsun ellerinle
'al' diyorsun, 'bu, senin. ben keşkelerimi anıyorum.'
asırlık bi ağacın budanmadığı için başına buyruk davranıp umarsızca gökyüzüne yayılan yüzlerce dalından biri gibi rüzgara katılıp da kesip kanatmasın diye kulağımın arkasına sıkıştırıyorum topladıklarını, arasına geçmişini de katıp.
kalkıp gidiyorum.
hafızanı sevmiyorum.."


uyanıyorum.


sanırım senin anıların, benim yalnızlığım  artık..



1 Şubat 2012 Çarşamba



ertelemek hayat hırsızlığıdır.
insanoğlu bu suçu severken işliyor en çok.
bazen de göz yumuyor parça parça eksilmeye/eksiltilmeye.
kendine acı çektirmeyi seven yaşam formu!
çıkış yolunu görmekten kaçıyoruz çoğu zaman hepimiz
kendimizce haklı sebeplerimiz, söylenesi sözlerimiz, savunulası düşüncelerimiz, korunulası kişilerimiz var en korunmasız kendimizken.
tuhaf..
kolayı varken zoru seçiyoruz
çıkmaz sokakların sonundaki duvara toslamaktan aldığımız zevki hayattan alamıyoruz.
önümüze serilen dört yol ağızlarını görmek yerine en keskin virajlardan dönüp bodoslama dalıyoruz acıya.
sevmeyi acziyet olarak görüp, rastladığımız yerde selam dahi vermeden geçip gidiyoruz.
halbuki değse; çare olacak..


aslına bakarsak; yolda yürürken, metroda, otobüste, bi alışveriş merkezinde, hastane köşesinde el ele tutuşan yaşlı çiftlerin avcunun içinde senelerdir o.
Quasimodo'nun çirkin kamburunda sakladığı Esmeralda'nın güzel yüzünde asılı.
hatta bazen, bi bedene girmeye ihtiyaç duymadan; ılık bi nisan yağmuru olup ıslatabilir yahut ocağın ortasında yağan karla gelip burnunuzun ucuna konabilir.
ya da bazen Seth(*) misali ölümsüzlüğünü bi kenara bırakıp bi bedene yerleşir; aynı şehir paylaşılmasa da nefesi havaya karışabilir.
maksat, aynı atmosferi paylaşmak.
maksat, yaşamak.


aslına bakarsak; ne birlikte büyüdüklerimiz, ne hırsla tasarlanmış ideallerimiz, ne korkularımız, ne geçmişimiz, ne beyni kemiren bi hastalık engel değil görmeye.
istersek; kilometrelerce sevebiliriz.
istersek..


yani aslına bakarsak işin özü şu;






(*)Seth: Melekler Şehri filminden