22 Haziran 2016 Çarşamba

Son zamanlarda sıkça düşündüğüm şeylerden birisi insanın birkaç istisna dışında herhangi bir şeyde kırmızı çizgilerinin olmaması. Yeni yeni fark ediyorum, elbette bazı konularda tavrımı hiçbir şekilde bozmuyorum, kendimi tanıyorum, ve artık daha uyumlu biri olduğumu öğreniyorum. İnsanın ne olursa olsun kendinde yeni bir şeyler bulması ne kadar da ilginç. Değer yargıları, altında yatan nedenler, sevdiği kadınlar, sevemediği sigara markaları, mantığına uyduramadığı anlamsız diyaloglar. Bunu ilk defa kendime itiraf etsem de, insanların önem vermediği şeylere önem verdiğimi biliyor ve bununla gurur duyuyorum. Farklı olmak için  farklılıktansa, olduğum insandan ve olmaya çalıştığım karakterden mutluyum. İster buna kendinle barışıklık de, ister üzerime yapışmış ve  belki de hiç çıkaramadığım "umursamazlık" de, açıkçası benim için anlam ifade etmiyor. Bana anlam ifade eden şey bu paha biçilemez farkındalık. 

Korkuyorum. Kendimden, yapabileceklerimden, zihnimin kapıları ardına kapattığım endişelerimden. Uzun zamandır bastırdığım pesimistliğimden. Tekrar dönmeye korktuğum alışkanlıklarımdan. Dikkatimi tekrar toparlamaktan. Tüm bunları sesli bir şekilde söylediğimde alacağı iticilikten ve kendinden nefret etme hissinden. Bir yere doğru çekiliyorum, şu ana kadar hayatımda aldığım birçok karardan kesinlikle emin olmasam bile, bundan emin olduğumu söyleyebiliyorum. Çekiliyorum, ve sınırlarımı zorluyorum. Bu çoğu zaman tahammülüm oluyor, bazen anlayış kabiliyetim, sıkça da hayali bir şekilde görüşümün tamamını kaplayan erteleyişlerim. Yönümü değiştiriyorum sürekli, bir düşünceye uzun süre bağlı kalmaktan kaçınıyorum. Odaklandığım şeyin çoğu zaman yanlış olduğunu, beyhude bir çaba olduğunu biliyorum ve küçük bir çocuğun en sevdiği kahramanın gerçekte olmadığını öğrendiğinde yaşadığı hüsranı yaşamamak için kaçınıyorum. Kendime acıyor muyum? Muhtemelen tanıdığım herkesten çok daha fazla. İnsanların hakkımda ne düşündüğünü umursamıyor gibi gözüksem de, bir avuç insanın olumsuz bir fikre sahip olmasından kaçıyorum. Kaçmamam gerektiğini bilmeme rağmen. Son zamanlarda bunu da fark ediyorum, kontrolü elimden kaybettiğimde tamamıyla çılgına dönüyorum. Bir bilsen, insanların gözlerindeki o acımaya maruz kalmaktan ne kadar nefret ettiğimi. Ben güçlü değilim arkadaş. Güçlü olmayı değil, basit bir şekilde, mutlu olmak istiyorum. 

Gözlerimin önünde saatlerdir beni meşgul eden karanlığa baktığımda, bu sefer farklı olacağım ve yol kenarındaki o dilsiz adama anlattıklarımı söyleyeceğim dedim. Söylemedim. Sefil masamın başından sayısız defa kalkıp gitmeye karar verip gerçekleştiremediğim gibi, bunu da yapamadım. Hani insanlar zannediyor ya o eşiği aştığında gerisi çorap söküğü gibi gelir diye, gelmiyor. Ne insanlar geliyor, ne bu zorlama cümlelerin yerini alabilecek süslü söyleyişler, ne de gerçekleşmesi beklenen hayaller. 

Bitmek bilmez bir sıkıntı var içimde beni güdüleyen. Bir gün ondan kurtulacağım. İşte o, uykusuz kaldığım gecenin sabahı ile başlayan bir gün olmayacak.

Eminim.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

pek hoş bir deneyim değil aslında etrafındaki her şeyin ansızın, çok süratli ve keskin bir şekilde değiştiğini gözlemlemek. seninkileri bilmem ama bendekiler oldukları şeyden de geldikleri halden de oldukça memnunlar. insanların sürekli arayış içinde olmalarını anlamıyorum. bu çok kesin bir yargı oldu. şöyle diyelim, değişime ihtiyaçları yokken değişmeye çalışmalarını anlamıyorum. bu biraz "macera ulan!"cılık. haliyle bu noktada bir problem oluşuyor; sen istesen de istemesen de bu akışa kapılıp gidiyorsun. yani kontrolü sende olmayan bir değişime uğruyorsun. nereye kadar? aktörler değişiyor, evet, günler akıp gidiyor, mevsimler değişiyor, evet. ama nasıl oluyor da hiçbir hissi tam olarak hissetmeden ve asla hiçbirini bir diğerine dokundurmadan böylece durabiliyorsun? üzülüyor ama umursamıyorsun. nasıl? kendi içinde çelişiyorsun. kendine acımıyorsun, etrafındakilere hiç. seni yıpratan şey tam olarak bu değil belki ama en önemlilerinden biri, doğada aç kalmış bir vahşinin çaresizlikle kendinden biraz biraz ısırması gibi. senin yükün elin kolun değil, tam bu yüzden sana acımıyorum.

şimdi en güzel sarhoşluğumu unutmak için her geceyi sarhoş geçiriyor olmam haksızlık değil mi? karşılıksız ve katıksız sevmeyi bana senelerce öğreten insanın artık bu dünyada olmaması haksızlık değil mi? böyle böyle acıyor kendine insan, ama bunlar gerekli değil. böyle düşününce ortada bir hak durumu da yok. sadece olmasını istediklerimiz ve bizden bağımsız gelişen şartlarda isteklerimizin gerçekleşmemesi var. yaşıyorsak itiraz ediyoruz, ölürsek her şey tertemiz. ne için mücadele ediyoruz? hadi bırakıp gidene sevdirelim seni yeniden, o tümörleri yok edelim, hadi geri alalım tüm zamanları. sen olması gereken bu de, ama ben buna suyu çiğnemek derim.

hayatın boyunca oluşturmak istediğin tüm şeylerin kıyısında gezinirken canını bu denli sıkan şey, bir çoğundan aslında o kadar da emin olamayışın. ya da belki korkuların. umursamadığını söylediğin tüm o insanlara duyduğun kızgınlık. bilemiyorum. benim oluşturmaya çalıştığım her şey çürük bir bardak gibi elimde paralandı, içindeki su boşaldı. zaten boşluğun doğası büyümek. insanoğlunun görüp görebileceği en esnek şey, en kaliteli lastik, ya da adına ne dersen, içine doldurduğunu sandığın her şeyle birlikte genişlemeye devam ediyor. insanın kendisini tanımasından daha acıklı bir şey varsa, o da bile isteye lastiğini esnetmeye devam etmesidir.

taşları suyla yıkamam gerektiğine inandığım zamanlardan sonra artık tutacak bir sırrım yok.

19 Mayıs 2016 Perşembe

Pek hoş bir deneyim değil aslında hiçbir şeyin değişmediğini gözlemlemek. Değişim doğasına mı aykırı etrafımdakilerin, yoksa ben mi bu konuda beceriksizim henüz bunu çözemedim. Fakat şu kesin ki uzun zamandır sonu gelmeyen bir döngünün içerisindeyim. Ve işin dramatik tarafı, artık uzanan yardım ellerini geri çevirmiyorum. Sanırım büyüdüm. Belki, biraz. Kendime itiraf edecek gücü bulamasam da, artık başkalarının yardım eli uzatmasını beklemek yerine ben yardım dileniyorum.

Ne var ki hiçbir şey değişmiyor. Evet, çoğu zaman aktörler evriliyor. Yapraklar dökülüyor, ağaçlar kışın üşüyor, aşina olmaya başladığım yüzler soluyor ve ben farklı bir odada,farklı bir zaman diliminde, yine, perdenin altından sızan ışıklar ile selamlaşıyorum. Çoğu zaman üzülüyorum, ama genellikle umursamıyorum. Anlamsız bir şekilde vurdumduymaz bir insan oldum çıktım. Maddi dünyada çok uzak olmayan günlerde, daha dikkatli ve düşünceli biriydim. Bana sorsan üzerinden on yıllar geçmiş gibi sanki. Nazım diyor ya; “ben içeri düştüğümden beri on kere döndü dünya güneşin etrafında, ona sorarsanız lafı bile edilmez mikroskobik bir zaman, bana sorarsanız on senesi ömrümün” diye. Bazı şeyleri tecrübe etmedikçe anlayamıyor insan. Bu da öyle bir şey sanki.

Sanki, omzuma bindirilen her yük beni her adımda daha da aşağıya çekiyormuş gibi. Hissettirmeden, yavaş yavaş benliğimi yeyip bitiriyormuş gibi. Abartıları sevmediğimi iddia edemem. Zira ben abartıların adamıyım. Normal bir yaşam sürmeye çalışan, fakat her deneyişinde yoluna taş koyulan. Ne kadar aptalca geliyor değil mi. Biliyorum, kendimi anlatmakta zorluk çekiyorum. Dilsiz geçirdiğim günlerin hatırına say.

Bir arkadaşım bana bu cümleleri sarf etseydi kendine acımayı bırak derdim. Muhtemelen haklı da olurdum. Fakat düşününce, birilerinin kendine acıması gerekmiyor mu sence de? Birileri, tüm bu yaşanan üzüntülerin hakkını vermek zorunda değil mi? Her şeyi her fırsatta dile getiren annem haklı değil mi? Sırf çocuğunun alfabeyi öğrendiğini görmek için yaşama kıyısından tutunan o kadın haklı değil miydi ya da? Düşününce, sence ben de haklı değil miyim? Yaşantısı boyunca istediği her şey için mücadele eden ve sürekli görünürde “rahat” bir hayat sürdürüyormuş görüntüsü çizen o adam, haklı değil mi?

Dahası, sen kimsin ki haksız olduğum kanısına varabiliyorsun? Durduramıyorum artık anlamıyor musun? Yaşantım boyunca oluşturmak istediğim her şeyin kıyısındayım. Her şeyi bırakıp gitmeye bu kadar yakınım. Etrafındaki insanların ne önemi var, her seferinde aynı sonuca varıyorsan? Bence, sen ne demek istediğimi anlıyorsun. Evet, belki de bunlar sefil bir yaşantının sonucu oluşmuş sefil düşünceler. Ama, benim. Etrafımdaki değersiz insanların yaklaşamayacağı kadar gerçekler hem de. Hiçbirinin takdir edemeyeceği kadar gerçek ve rahatsız edici. Senin aksine ben elimdekiler ile yetinmeyi öğrendim. Düşe kalka belki, belki öğrenmek için gereğinden fazla şeyi feda ederek. Yine de öğrendim. Dönüp duran sonsuz renklerin hatırına.

Yaşanan onca şeyden sonra, sanırım biraz serzenişte bulunmak benim hakkım. Eğer şu an bir filmde olsaydık, kapıdan karizmatik görünüşlü birisi girip bana “ne kadar çok düştüğünün önemi yok, önemli olan her seferinde tekrardan kalkmaktır” derdi. Ne yazık ki bu bir fars oyunu, hem de en çirkininden. Ve ben, kendimi bir kez daha koşabilecek kadar güçlü hissetmiyorum. İnanç birçok konuda etkili olabilir, hatta seni hayata bağlayan yegane şey bile olabilir. Fakat hiçbir şey, bir insanın kendisini tam anlamıyla tanımasından daha acı verici olamaz.

Artık sır yok. Artık gizlilik yok.
Yüreğime en yakın tuttuklarım dışında.

19 Şubat 2015 Perşembe

Ne kadar çok adaletsizlik var değil mi? hiç düşündün mü? Ben çok düşündüm. O kadar çok düşündüm ki artık beyin hücrelerim isyan etti. Bazen kendi problemlerini çözmek için en iyi yol başkalarının problemlerini çözmeye yardım etmektir. Sen de, ben de, bir bakıma kendimizi düşünüyoruz her şeyden çok. Çünkü korkuyoruz. Sen korkmuyor musun? Peki. Ben itiraf ediyorum.
iliklerime dek korkuyorum. O kadar çok korkuyorum ki, bir başka tene değen tenim ürküyor artık. Bir zamanlar cıvıldarcasına yerinde duramayan lisanım bile elini ayağını çekti bu sefil bedenden. Sen hala inkar etmeye devam et. Göz çukurların derinleştiğinde, karşında bir çift göz değil de herhangi bir değeri olmayan iki koyu renk görmeye başladığında ve o güzelim saçlarına kıydığında, bil ki sen de korkuyorsun.

Üzülmekten korkuyorsun. Yıprandığından, yorulduğundan ötürü, korkuyorsun. Bir daha aynı tadı alamamaktan korkuyorsun. En sevdiği şekerlemenin tadı ağzından gitmesin diye bir şey yemeyen çocuğun ürkekliği. Her yeni denemende tekrardan dizlerinin kanayacağından korkuyorsun.
Yanlış mı yapıyorsun? Zannetmem. Şu ana kadar ne yaşadıklarını sorgulayabilirim, ne de senin yaşadıklarını tahayyül edebilirim. Zira ne ben sen olabilirim, ne de sen ben. Yine de, bu konu üzerinde söz sahibi hakkı olan birisi varsa, o benim. Ne geceleri rüyana giren o esmer gözlerin, ne de gündüz düşlerinin bekçisi kumral saçların.

Her denemende zihnindeki su birikintisi dalgalanıyor. Her denemende ya tükenirsem diye korkuyorsun. Kuruyup gideceğinden değil, taşıp kaybedeceğinden. Ne farkı var değil mi. halbuki çok farkı var. bir insanın yavaşça eriyip gitmesi midir daha acısızı, yoksa tek bir hamlede gelen uyku mu? Ikisi de değil. Aslolan bu değil. Aslolan yaşamın ta kendisi. Aslolan sesindeki kahkaha, gözlerindeki fer, tenindeki sıcaklık.

Peki nasıl? Gerçekten de nasıl? Yanlış soruları sormanın fayda getirmediğini hala göremedin mi? tıpkı babasının sorduğu küçük keyifli sorularda kopya çeken çocuklar gibi. Doğru sorunun bu olmadığını ikimiz de bilmiyor muyuz?

Sen. Ben. O kara gözlü dilber. O iyi yürekli adam. Asıl soru da bu değil mi?

Neden?

Sürekli dokunduğun tenine bir daha maruz kalmayacağını anladığında sormaya başlıyorsun. Dokunmaya kıyamadığın dudaklarına bir başkasının dudaklarının geleceğini öğrendiğinde. Ya da içine çekmekten bıkmayacağın kokusunun bir başkasının kokusuna karışacağını düşündükçe. Sana da olmuyor mu? Sürekli bir fısıltı. Her an kulağının dibinde. Sürekli soruyor.

Neden? Neden? Neden?

Oturduğunuz kafelere gitmek istemiyorsun. Bir kelime, bir bakış, belki bir tavır. Sonradan anlıyorsun ya kıymetini. Hani hep öyle derdi ya annen. Annen haklıymış. Sonra soruyorsun kendine tekrar. Neden ben olmayacağım? Neden böyle olduk? Neden lisanımı anlamadı? Sorduğun soruları, aldığın cevaplar. Hepsi aynı oluyor bir süre sonra. Inanmak istemediğin için soruyorsun. Onunla doldurduğun boşluğunu sorularla doldurmaya çalışıyorsun. Olmuyor. Eriyor. Peşine düşüyor. Kovalıyor. Yastığa koyduğun başında hissediyorsun. Iki dudağının arasından çıkan isminde. Saçlarını ellerinin arasına alıyorsun. Gözünün önüne delirmiş halin geliyor. Işte bu yüzden saçlarını kesiyorsun. Rüyalarına giriyor. Rüyalarından hiç çıkmıyor. Hep aynı rüyayı, hep aynı ağacın altını görüyorsun. Ve rüya hep aynı sonla bitiyor.

Neden? Neden? Neden?

Ne oluyor biliyor musun. Bazen çok ağır geliyor. Zihninin derinliklerine sakladığın bir parçan, aslında atlattığını söylüyor. Sanki eline batan kıymığı hemen çıkarmışsın gibi. Mutlu olduğunu hissediyorsun. Mutlu olduğunu hissetmek istiyorsun. Ama sen unutuyorsun iki gözüm. Parmakların hala acıyor.

Elinde artık bırakmış olduğun sigara var. önündeki duvara bakıyorsun. Sadece bakıyorsun ama. Hiçbir şey görmüyorsun. Çok özlüyorsun. Göğüs kafesinde bir ağrı giriyor. Çok sigara içiyorsun. Her seferinde gözlerinin önüne geliyor yapamadıkların. Hala tek bir soru. Değişmiyor ki hiç. O soru hala orada kalıyor. Sen aştığını düşünüyorsun. Ama öyle değil. Soru değişmiyor.

Sen değişiyorsun.

Neden? Neden? Neden?

Işte o zaman anlıyorsun. Değişmen gerektiğini. Değişmişsin gibi davranmanın ihtiyacını. Zira hayatta kendinden daha fazla değer verdiğin şeylerin olduğunu görüyorsun. Hatta artık kendinin de değersizleştiğini anlıyorsun.

Kabul ediyorsun.

Sen. Kadere hiçbir zaman o kadar değer vermeyen sen, bir anda kaderci oluyorsun. En sıkıcı yanı da ne biliyor musun? Beklemek. Düzeleceğini, yoluna gireceğini beklemek.


Zihninin durgun sularını yitirdiğinde bana gel. Sadece, bana. 

21 Mayıs 2013 Salı

milattan sonra/22

uzunca bir süre yakındım neden hiç bir şey değişmiyor diye. ağladım, sızladım, odama kapandım. kimseyle konuşmadım. en sevdiklerimle bile. annem bana küstü. oysa ben annemi hiç üzmezdim. hayırsız bir evlat mı oldum acaba? tüm bu yaşadıklarım, dilsizliğim, aklımı da mı aldı götürdü?

beklemek. hakikaten de dünyadaki en zor iş.

ama ben bekledim. bir şeylerin değişmesi için dua ettim. zaten benim beklediğim bir şeylerin olmasıydı, birilerini beklemiyordum. birilerini uzun zamandır beklemiyorum. hayal kırıklıklarına tahammülüm kalmadığından olsa gerek bu çaresizliğim. beklemekle olmayacağını görünce ben de çabalamaya karar verdim. en son yaşama sevinciyle dolu olduğum vakitlerin üzerinden oldukça zaman geçmişti. hem zaten benim kendime acımaktan başka ne tür bir hayat gayem olabilirdi ki?

bazen böyle içim çekiliyor. hastaymışım ve annemin bana eski günlerdeki gibi çorba içirmesi gerekiyormuş gibi hissediyorum. oysa yıllardır çorba içmedim elinden. başımı öne eğiyorum ve bir sigara daha sarıyorum. adetlerimi değiştiriyorum. gurur yapıp da ağlamıyorum. allahım ne kadar salakça hareketler! bluğ çağına girmiş gençler gibi. oysa ben kendimi 50 yaşında hissediyorum. 

****

sanırım hafifliyorum. fakat üzerimden-vicdanımdan demeliyim belki de- neyi attığımı bilmiyorum. 

bambaşka yaşamlar tatmayı isteyen, ama bir türlü o şansı elde edememişler.. soğuğun kemiklerine işleyişine aldırmayan ve buna rağmen değil boğazından geçecek bir lokma, nefes almak için fidyelerini ödeyenler.. soludukları katranla pişmanlıklarını düşünenler..

aslında hepsi benim.
ya da ben hepsindeyim. 

buna henüz karar verebilmiş değilim. iyiliğin askeri ve kötülüğün kraliçesinden olma bir çocuk gibi kararsızım bu konuda. 

ben mi kendimi öldürdüm? yoksa içimdeki onlar mı? 
yoksa tanrı hikayenin sonunu getiremeyen yazarlar gibi beni bir gün olmayan odamda, yer yatağımda, soğuktan titreyerek uyandıracak mı?-işte o zaman halime acırım- peki ya yanımda o zaman annem olacak mı?

hep olmasını dilerdim. o bilirdi. beni kimin öldürdüğünü bulurdu. eskiden ayağımı masaya vurduktan sonra ağlamamın kesilmesi için masaya aptalca vurduğu gibi onları da vururdu. ama gerçek birer kovanla. 

hayır. 
annemi tehlikeye atamam. 
tıpkı senin gibi.

****

"acılarını ceket titizliğiyle katlayıp koltuğunun altına alarak yürümeye devam eden insanlardık. böyle olmayı öğretmişlerdi.."

18 Mart 2013 Pazartesi


“…
kendi hayatınızı anlatmaya başlarken kullanılacak en güzel girişti belki de bu.
‘kar yağmıyordu. şaşırdım. halbuki, bir mucize oluyormuş, bunu da sadece bazılarımız görüyormuş gibi uyanmama sevinebilirdim.’

bir sabah bir şey olur. çok ufak bir şey. kafanızın içinde. çok ufak bir boşluk. uyanamazsınız. gözünüzü açamazsınız yeni başlayan güne.


bir sabah bir şey olur. çok ufak bir şey. oluşumu ani, etkisi insan ömrü.

-bu nasıl ufak kaptan?-

damarlarınızdan içeri süzülenleri izlerken bulursunuz kendinizi. sinirlerinize sızan bir miktar radyasyonla. kulağınıza dolan ritmik mekanik seslerle. zaman sonra, teninizin altına kendi elinizle itelediğiniz yüzlerce rutinle.

gecenin 4ünde sıçrayarak uyandığınız uykularınız olur zamanla. bir bıçak saplanır gibi. bir kurşun girer gibi içinize, aslında bunların hiçbirini gerçekten yaşamamışken.

-bilmiyorum. herhangi bir şeyin nedenini bilmeden yaşayamayan birine, nedenini de sonucunu da sonunu da asla öğrenemeyeceği bir nefes alma biçiminin bahşedilmesi; ironiye örnek olarak hayat bilgisi kitaplarında işlenesi cinsten bir olay. yani sanırım.-

aylarca sabretmenin sizi getirdiği noktayı söyleyeyim; sabırsızlık. tahammüle takatiniz sıfırlanır. diğer tüm organlarınızla birlikte. en çok da içiniz. içiniz var ya hani… normalde standartın birkaç tık üzerinde olan anlayışınızı yerin 7 kat dibinde bulursunuz. -mesela her 50 saplamada 1 kat daha aşağı. hadi matematikçilik oynayalım, başka türlü zaman geçmez kaptan!-


-bir şey, aynı anda hem iyileştirip hem nasıl böylesine bitirir bir insanı?-

tek bir, en sevdiğiniz bir, insanın gününü kötü edebilecek kadar bencilleştiğinizi gördüğünüz yerden kafanızı çevirip dehşetle bakarsınız hayata gönderiliş amacınızın insanları güldürmek olduğunu düşündüğünüz anlara. tüm olanları ‘tek bir’in üzerine yıkmamak adına verdiğiniz vicdan içerikli savaşı hesaba yazdırırsınız üstelik. kendinize borçlanırsınız.


-intihara meyil hissettiğinizde lütfen doktorunuza başvurunuz.-

bir sabah bir şey oldu. çok ufak bir şey. kör oldum. kırıldım. çok kırdım. kör kaldım. bir şey oldu. tek bir. bu son-du. bu son. bu; dünyanın en kötü şeyi değil ama dünyamın en kötü şeyi. bu yüzden gidiyorum.”

14 Kasım 2012 Çarşamba

miş'ten/monolog-5


"aslında" diye başlayan cümlelerden hep nefret ettim. çok sonraları bu nefretim bir alışkanlık haline geldi. bir insan nasıl nefret ettiği bir şeyi sürekli yapar? yapıyor demek ki. terk etmekten de nefret ederdim. hatta öyle ki hep terkedilen olmuştum bu zamana kadar. ne de çabuk değişiyor alışkanlıklar. hiç farkında olmadan hem de. fakat düşününce yine de, farkında olmanın imkansızlığına inanmaya başlıyor insan. yine aynı şeyi yapıyorum. kendi kendimi avutuyorum. bu konuda üzerime yok. korkmamalı insan kendisinden. ve yalnızlığından. çünkü tek çare alışmak. yine de aklımın köhne kenarlarından birine not almalıyım. 

"aslında" kelimesiyle başlayan cümleleri kuran insanlardan kaç!

****

yılın bilmem kaçıncı gününün bilmem kaçıncı saatine, yine karanlığın eteğini yeryüzünden çekip yerini temiz bulutlara bırakışını izliyorum. ne kadar da çok bulut var. sigaram sönüyor. bir tane daha yakayım diyorum. artık her sigaram son sigarammış gibi değerli. sevdiğim insanlara ver(e)mediğim değer elimde yanan bu değersiz şeye yüklüyorum. bir çok anlam ifade etse de benim için, aslında boktan bir kağıda sarılmış tütünden başka bir şey değil. aslında bu da hayatımızın kısaca özeti. boktan insanlara mükemmeliyetçi değerler yükleyerek hayatımızda baş tacı yapıyoruz. bu kadar rahat genelleme yapabilmek de bir mesele tabii ki. ve aşırı derecede korkunç.

****

soğuğa alıştım. kulaklarımda çınlanan şarkı beni yıllar öncesine götürüyor. hayatımdaki dönemleri şarkılarla eşleştirme gibi bir huyum var. sende var mı? yok mu? üzüldüm. bu konuda da beni yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim.

şarkıları kişilerle anlamlandırmak sanılanın aksine çok daha basit ve içi boşaltılmış kavramlar gibi. bak mesela onu da sevmezdim. tüm huylarımı değiştirdim yahu! alacağın olsun..

****

oysa benim senden alacağım çok. kaybolan birkaç yıl, sessiz, tek kelime edilmeden geçirilmiş onlarca gün ve bi dolu sigara. hadi sigara için canın sağolsun da, kaybolan ve hiç bir zaman bulamayacağımdan artık emin olduğum o heyecan? aynı cümleyi tekrar tekrar okumak gibi işte. anlamıyorum. anlamadığım bu kadar çok şeyin arasında sadece tek bir sorun benim için önemli. geri kalan her şeyin cevabının sen olduğunu biliyorum. ne kadar da çocuksu ve zayıf.

****

an oluyor, sürekli kullandığım kelimeleri ünleyemiyorum. adın mesela. kaçtıkça kaçmak bir çözüm. tam tersini dememi bekliyordun değil mi? hayır. artık adını ağzıma almıyorum.

korkuyorum.

tekrar beni saracak o tül perdelerinden korkuyorum. hayatı tekrar flu yaşamanın bir manası yok. hem pek de matah bir şey değildi canım. hep sen hep sen. fiziksel varlığının bile bulunmadığı yaşam döngümü sadece seninle doldurmak en başından beri mantıksızdı. ama bilirsin, çok severim böyle saçmalamayı. en zayıf ihtimali seçmeyi, en zayıf duyguların elinden tutmayı pek severim. 

annemi dinlemeliydim.

****

şimdi, düşlediğim yaşamın çok uzaklarında, pişmanlıklarımla ve hiç gitmeyecek yalnızlığımla beraberim. pek konuşkan değiller, sana kıyasla ölüden farksızlar. o kadar da olsun canım. tüm bunlar, bu garip ruh halleri, halsizlikler ve tüm somurtmaların bir bedeli/nedeni olmalı elbette. ödenmesi gereken diyet ödenmedi hala. vakit var. fakat bir süre sonra anladım ki kızgınlık da insanın kendisini yıpratmaktan başka bir işe yaramıyor. ağlamak da. ne zamandır da ağlamıyorum bekle bir peçete alıp geleyim.

****

çok güvendiğin, yaşamını, her şeyini teslim edebileceğini düşündüğün birileri oldu mu hiç hayatında? olmasın. hiç bir zaman hem de. çünkü sen-ben dahil herkes değişime açık ve bir sonraki gün tüm göz pınarlarını çalacak cüreti onların gözünde görebilirsin. insanın gözyaşı her şeyden daha değerlidir hani. hah işte. anlayabiliyor musun nasıl bir haysiyetsizlik örneğiyle karşılaşacağını?

anlamıyorsun, biliyorum. söylediğim her şeyin bir yalan olduğunu, bu kadar dağınık konuştuğum için benim aslında delirdiğimi düşünüyorsun. hadi yapma. gözlerinden okunuyor bu "küçük" detaylar. suskunluğun, bana diktiğin gözlerinin ifadesizliği bu yüzden. önemli değil. insanların işin iç yüzünü bilmeden beni yargılamasına pek alıştım. çünkü sormak, gerçeği öğrenmek ne kadar kolaysa hemen orada yargılayıp bu değersiz zihni idama sürüklemek o kadar kolay. sen de onlardansın. hani şu kolaycılardan. biraz da hani oportunist dediklerinden. önemli değil canım, şunun şurasında hepimiz bir yudum nefese muhtaç insanlarız, aramızda lafı mı olur?

****

bilmiyorum. deliriyorum belki de. git gide sessizleşip sevdiklerimi aramamaya başlıyorum. zayıflığımın kurbanıyım. bu sonradan edindiğim bir şey değil. mizacım böyle, ne yapayım!

azarlamak istiyorsun şimdi beni. ağzına gelen dolu dolu küfürleri biraz daha tut. çünkü az sonra gitmek niyetindeyim. tüm alışkanlıklarımı yıkıp, terk etmenin o mayhoş tadını damaklarımda hissetmek istiyorum. hiçbir zaman yapılması gerekeni yapan bir adam olmadım. canım ne isterse onu yaptım. ama tabii ki bunları sana anlatmak manasız. peki ya diğerleri? bilmeliler. neden bu kadar.. neden bu kadar sessiz kaldığımı bilmeliler. sana-bana-hayatıma-insanlara. çektiğim vicdan azabının boyutlarını anlatamayabilirim belki. ama onlarda benim bile varlığını unuttuğum cümlelerimi bahşedebilirim. bu zor olmaz. bunu istiyorum da aslında. fakat tüm bu cümlelerin yanında, nefesimin yetmeyeceğinden emin olduğum için, hiçbir zaman anlatmadım. sadece sorgulayanlara, parça parça. çünkü hiçbir zaman tek seferde öğütülecek kadar büyük bir boşluk değildi içimdeki, git gide artan.

****

lütfen tanrım! ışıkları kapatır mısın!