23 Eylül 2011 Cuma

"erişemediğim her an için.. biraz bile özlediğini bilseydim.. hiç durmaz, daha çok severdim."


özlemek güzel şeymiş, öyle diyor bu şehir.
bıraktığın kokuyu rüzgarlarına katmaktan memnunmuş epey, uyuduğun uykunun huzurunu her gece yaymaktan da.


ama ilk defa gittiğin bi cafede tuttuğun zarlar özlemiş seni.
gecenin bi yarısı balkonda otururken esen ılık rüzgar da özlemiş, terleyip de sinirlendiğini görünce bundan memnun olup sinsice sırıtan sıcak da.
bikaç sabah da olsa yüzünü gören ayna gülüşünü özlemiş mesela 
sıcağını tek kişilik bi yatak. 
durup durup çay doldurup da içtiğin bardak özlemiş dudaklarını 
ve ellerini dokunduğun kapı kolları
ve ayaklarını yürüdüğün sokaklar
ve gözlerini bi aksiyon filmini izlerken heyecanla baktığın ekran
ve nefesini yastıklar..


hayır, ben değil.
bu şehir özlemiş, ona her baktığımda söyler bunu.
belki yine..


gelir misin bigün?

22 Eylül 2011 Perşembe

tüm hikayeleri benimle birlikte süresiz bi beklemeye aldım, sebebi yok.
aslında var.
ama yok.


aslında insan hayatının tamamı bunun üzerine.
olduğu zannedilen karşısında duyulan mutluluğun-ki burada an dediğimiz iki dudağın arasından çıkan bikaç laftan ibaret- hayalkırıklığına dönüşmesi.


arkadaşlar, ebeveynler, sevgililer, kurulan hayaller, kurgulanan hikayeler, yazılan senaryolar; bir var, bir yok.


bazılarının yok oluşu tek kelime arkasından atılan bi kafayla olur-ki bu bazen biraz agresif bi insan örneğidir bazense taşan sabrın o akan damlasıdır-


kimilerinin miadı dolar-ne de olsa nefes dediğin garip bişey, bi sonrakini alıp alamayacağını bilemezsin-



bazılarınınsa çoğu zaman arkasını dönüp gitmesi yeterlidir-duvara asılı ceket kadardır hayattaki yerleri-


şekli ne olursa olsun, sonuç hep aynı.


hayat dediğimiz biraz masal tadında olup olmamayı öğrendiğimiz; ama çocuklara anlatılanlardaki gibi mutluluk parıltılarının etrafa saçıldığı şekilde değil, öyle ballı kaymaklı değil.


***


bu, kendiye çelişmesi insanın ama düşününce hansel ile gratel'in karşısına çıkan pastalardan şekerlerden çikolatalardan yapılma o evden, yahut ovalayınca hayatı değiştircek 3 dilek hakkı doğuran bi lambadan farklı olan her masalı tatlandırmak kişinin kendi elindedir belki de.
en azından var'lar yok olana kadar.


kim bilir.





son sigaranı içer gibi, derin nefes..

Oi Va Voi - Every Time | "Long Way From Home" Istanbul Acoustic Sessions

10 Eylül 2011 Cumartesi

bir garip hüzün. bir garip gün.
insan ne yaptığını bilmez mi tüm gün, hatta tüm hafta boyunca? bir hafıza kaybı mı bu acaba.


daha da sessizleşmemi, o çok sevdiğim şarkı sözü gibi, daha kısa cümleler kurmama neden olan şeyin ne olduğunu bilmiyorum. doğdum topraklardan, çocukluğumu hayatımı harcadığım sokaklardan uzaklaşır, hatta nefret eder oldum. kimseyi göresim yok, onların beni görmek istemedikleri gibi.


bir bina inşa etmeye çalışıyorum her seferinde. her seferinde temelini sağlam atıyorum. bu bina benim hayatım, aşkım, aşım, işim ve her şeyim. emek veriyorum bunun üstünde. çabalıyorum, çabalıyorum ve daha çok çabalıyorum. daha iyisi için, daha iyi nefes alabilmek için. zaten ağırıma giden şey de şu ki birisi geliyor, tek bir fıskeyle o binayı yerle bir ediyor.


bazen öyle sıkılıyorum ki tıpkı bir kaplumbağanın kabuğuna çekilmesi gibi ben de kendi kendime kalayım diyorum. sadece ben. ne birisi arasın, ne birisi olsun kollarımda, ne de bir başkası sıcaklığını versin. insanların beni düşünmelerini istemiyorum. ben kendi iyiliğimi düşünemiyorsam niye yaşıyorum?


****


"git, mutlu olacaksan beni düşünme."


****


elimde kalem, yazmaya mecalim yok. bazen öyle oluyorum ki, nefes almaya üşenir miyim diye düşünüyorum.


hayatımın bu kısmını bir dağ evinde geçireyim isterdim. sabahları yürüyüşe çıkayım, gece ateşimi yakayım, şarabımı açayım. fonda hafif bir müzik olsun, başımı ağrıtmayacak, ama canımı sıkmayacak da. oturayım. sadece, sessizce oturayım. yanımda onlarca insan olsa da o an sessiz kalmayı başarabileyim. birisi bana "neyin var?" diye sorduğunda bakışlarımla anlatabileyim aslında hiçbir şeyimin olmadığını. hiçbir şeye sahip olmadığımı ve hiçkimsenin aitlik duygusunu çalamamış olduğumu anlasın gözlerimden. zorlanmayayım ama. ne gözyaşım aksın, ne de bir gülümseme okunsun yüzümden.


sonra, kendi kendime ne fark eder diyorum. nasılsa her şey, yalnızlığımı yaşanabilir kılmak için yaptığım şeyler değil miydi diyorum.


gitmek fiilini ne çok seviyorum.


****


"karanlık örtse de üstünü, gecede devam eder renk."


****


o kadar mı yoruldun be oğlum diyorum kendi kendime. o kadar mı kördün ve o kadar mı "sus"tun?


eskiden, benim için hep süregelen bir döngü vardır. gündüzleri hayata tutunmaya çalışırdım her şekilde. ne kadar boş olsa da, ne kadar yapma olsa da gülümserdim. gülümsemenin insanı gençleştirdiğine inanırdım, hala da inanırım.


ama gece oldu mu... gece hep hüzün getirirdi ve tüm renklerimi söker giderdi.


çok sonraları anladım bunu, kendimden kaçtığımı. anladım sırf insanlara anlatmamak için gülümsediğimi, çünkü gülümsemenin ağlamaktan kolay geldiğini.


insanların bana acımasını hiçbir zaman sevmedim. belki fazla gurur yapıyorum, belki fazla ince düşünüyorum-ki bu benim kadar gamsız bir adam için mümkün olmasa da- belki de gerçekten salağım. ama insanların bana acımalarına tahammül edemeyecek kadar gururluyum ve sırf bu yüzdendir bu dengesizliğim. sırf bu yüzdendir kendimden dahi kaçmam. itiraf edemediğim, hiçbir zaman etmeyeceğim şey ise şefkate ihtiyacım olduğu. sevilmeye. tam benim sevdiğim, beni gerçekten sevdiğine inandığım birine rastlamışken kendisini hayatımdan çıkarmak zorunda bırakılışım ise(kendisi tarafından) tam bir trajedidir aslında.


boşverdim. herşeyi.


****


"tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor. nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini."


****


keşke uyandırmasalardı beni. gözlerim kapalı yaşasaydım hayatı, tıpkı sokak aralarında dolaşan bir deli gibi. mahzunluğuma mazeret uydurmak zorunda kalmasaydım, çocukların kulaklarıma küpeyi yakıştırdığı bir deli. o kadar çok sokak olsaydım ki, her kaldırımın aşınmış parçasını bilseydim. gökyüzüyle sonsuz dostluğumu pekiştirebilirdim belki. bana saat kaç diye sorduklarında gerçekten bilecekmiş gibi gökyüzüne bakıp tam saati söylerdim.


mesela bu gözler onu görmezdi, mutluluktan çok acıyı getireni, parçalayanı ve hiçbir zaman olmayanı. bir yanılsama gibi kalırdın hep benim için. kokusu değişmeyen, bir tek sesinden tanıyabileceğim bir yabancı.


rüyama da gelmezdin mesela o zaman. başımı ağrıtan kabusların sebebi olmazdın.


aslında sen hiç olmazdın. her anı, her hatıra, her şarkı sözü silinip giderdi. hala dipte yaşamaya çalışarak devam ederdim hayatıma. sadece 3 akordan oluşan bir şarkı gibi. sadece yemek yemek ve uyumak için duran forrest gibi. aynı döngü.


hiç sahip olmadığımız aitlik hissi. olamadığımız.


artık hiçbir soru sormayacakken ve aklıma gelse de ünlemeyecekken, şimdi, zihnime üşüşen soru cümlelerinin cevabını dahi istemiyorum. ölmek üzere olan bir adamın son isteği gibi, ben de hiçbir şey istemiyorum.


****


sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur.

2 Eylül 2011 Cuma

umursamazlıklarıma bir neden bulmak için çok çabaladım. en sonunda da vazgeçtim. insan kendini olduğu gibi kabul etmeli dedim çoğu zaman. o kendiyle barışık kuul insan triplerini ise hiç sevmedim. aslında ben, başkalarının kalıplarına erimiş metal gibi dökülmeyi hiçbir zaman sevmedim. buna rağmen, kendim de "ben"i bir kalıba oturtamadım, sürekli değişken oldum. şimdi çok uzak zaman önceymiş gibi gelen bir tarihte, bir "arkadaş"ın dediği gibi eğer bir yemek olsaydım, türlü olurdum. en azından "ol"abilme başarısını gösterebiliyorum.


ne kinyas olabildim, ne kayra. ne kinyas kadar uykusuz, alkolik ve cehennemi seven, ne de kayra kadar hayalci ve kadınını döven biri.kinyas'ın anlattığı bir hikaye vardı, sürekli kürk giyen bir arjantinli hakkında. bardaki ispanyol bir trompetçiye aşık olan adam, heteroseksüel olan ispanyol'u bir şekilde kandırıp birlikte yaşamaya başlamışlardı. evet, onun için ispanyol'la birlikte uyumak, cennetteki şaraplar kadar tatlı ve cennetin kendisi kadar huzur vericiydi. bir gün, arjantinli, trompetçiyi yaktı adam uyurken. kimse niye yaptığını bilmedi. sorular soruldu, teoriler ortaya atıldı, ellerinde kelepçeyle hapishanelerde çürüdü, ama "niye?" sorusu hep cevapsız kaldı. bir tek kinyas biliyordu cevabını. çünkü adam ayıkken rüya görüyordu. uykusunda yaktığını zannediyordu. oysa o hiç uyumuyordu! yaşadığı her şey bir rüya. her gülümseme, her tensel dokunuş zihninin bir yansımasıydı onun için.. nasıl ki kinyas'a "her şey bir rüya aslında, değil mi?" denildiğinde, o deli gibi korktuysa, ben de işte öyle korkuyorum. bir gün birinin çıkıp tüm yaşadıkların karakterini güçlendirmek için yaptığımız bir oyundu denilecek diye korkuyorum. tıpkı o filmdeki gibi..


sahi, kazanan yalnızdı hani?