14 Kasım 2012 Çarşamba

miş'ten/monolog-5


"aslında" diye başlayan cümlelerden hep nefret ettim. çok sonraları bu nefretim bir alışkanlık haline geldi. bir insan nasıl nefret ettiği bir şeyi sürekli yapar? yapıyor demek ki. terk etmekten de nefret ederdim. hatta öyle ki hep terkedilen olmuştum bu zamana kadar. ne de çabuk değişiyor alışkanlıklar. hiç farkında olmadan hem de. fakat düşününce yine de, farkında olmanın imkansızlığına inanmaya başlıyor insan. yine aynı şeyi yapıyorum. kendi kendimi avutuyorum. bu konuda üzerime yok. korkmamalı insan kendisinden. ve yalnızlığından. çünkü tek çare alışmak. yine de aklımın köhne kenarlarından birine not almalıyım. 

"aslında" kelimesiyle başlayan cümleleri kuran insanlardan kaç!

****

yılın bilmem kaçıncı gününün bilmem kaçıncı saatine, yine karanlığın eteğini yeryüzünden çekip yerini temiz bulutlara bırakışını izliyorum. ne kadar da çok bulut var. sigaram sönüyor. bir tane daha yakayım diyorum. artık her sigaram son sigarammış gibi değerli. sevdiğim insanlara ver(e)mediğim değer elimde yanan bu değersiz şeye yüklüyorum. bir çok anlam ifade etse de benim için, aslında boktan bir kağıda sarılmış tütünden başka bir şey değil. aslında bu da hayatımızın kısaca özeti. boktan insanlara mükemmeliyetçi değerler yükleyerek hayatımızda baş tacı yapıyoruz. bu kadar rahat genelleme yapabilmek de bir mesele tabii ki. ve aşırı derecede korkunç.

****

soğuğa alıştım. kulaklarımda çınlanan şarkı beni yıllar öncesine götürüyor. hayatımdaki dönemleri şarkılarla eşleştirme gibi bir huyum var. sende var mı? yok mu? üzüldüm. bu konuda da beni yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim.

şarkıları kişilerle anlamlandırmak sanılanın aksine çok daha basit ve içi boşaltılmış kavramlar gibi. bak mesela onu da sevmezdim. tüm huylarımı değiştirdim yahu! alacağın olsun..

****

oysa benim senden alacağım çok. kaybolan birkaç yıl, sessiz, tek kelime edilmeden geçirilmiş onlarca gün ve bi dolu sigara. hadi sigara için canın sağolsun da, kaybolan ve hiç bir zaman bulamayacağımdan artık emin olduğum o heyecan? aynı cümleyi tekrar tekrar okumak gibi işte. anlamıyorum. anlamadığım bu kadar çok şeyin arasında sadece tek bir sorun benim için önemli. geri kalan her şeyin cevabının sen olduğunu biliyorum. ne kadar da çocuksu ve zayıf.

****

an oluyor, sürekli kullandığım kelimeleri ünleyemiyorum. adın mesela. kaçtıkça kaçmak bir çözüm. tam tersini dememi bekliyordun değil mi? hayır. artık adını ağzıma almıyorum.

korkuyorum.

tekrar beni saracak o tül perdelerinden korkuyorum. hayatı tekrar flu yaşamanın bir manası yok. hem pek de matah bir şey değildi canım. hep sen hep sen. fiziksel varlığının bile bulunmadığı yaşam döngümü sadece seninle doldurmak en başından beri mantıksızdı. ama bilirsin, çok severim böyle saçmalamayı. en zayıf ihtimali seçmeyi, en zayıf duyguların elinden tutmayı pek severim. 

annemi dinlemeliydim.

****

şimdi, düşlediğim yaşamın çok uzaklarında, pişmanlıklarımla ve hiç gitmeyecek yalnızlığımla beraberim. pek konuşkan değiller, sana kıyasla ölüden farksızlar. o kadar da olsun canım. tüm bunlar, bu garip ruh halleri, halsizlikler ve tüm somurtmaların bir bedeli/nedeni olmalı elbette. ödenmesi gereken diyet ödenmedi hala. vakit var. fakat bir süre sonra anladım ki kızgınlık da insanın kendisini yıpratmaktan başka bir işe yaramıyor. ağlamak da. ne zamandır da ağlamıyorum bekle bir peçete alıp geleyim.

****

çok güvendiğin, yaşamını, her şeyini teslim edebileceğini düşündüğün birileri oldu mu hiç hayatında? olmasın. hiç bir zaman hem de. çünkü sen-ben dahil herkes değişime açık ve bir sonraki gün tüm göz pınarlarını çalacak cüreti onların gözünde görebilirsin. insanın gözyaşı her şeyden daha değerlidir hani. hah işte. anlayabiliyor musun nasıl bir haysiyetsizlik örneğiyle karşılaşacağını?

anlamıyorsun, biliyorum. söylediğim her şeyin bir yalan olduğunu, bu kadar dağınık konuştuğum için benim aslında delirdiğimi düşünüyorsun. hadi yapma. gözlerinden okunuyor bu "küçük" detaylar. suskunluğun, bana diktiğin gözlerinin ifadesizliği bu yüzden. önemli değil. insanların işin iç yüzünü bilmeden beni yargılamasına pek alıştım. çünkü sormak, gerçeği öğrenmek ne kadar kolaysa hemen orada yargılayıp bu değersiz zihni idama sürüklemek o kadar kolay. sen de onlardansın. hani şu kolaycılardan. biraz da hani oportunist dediklerinden. önemli değil canım, şunun şurasında hepimiz bir yudum nefese muhtaç insanlarız, aramızda lafı mı olur?

****

bilmiyorum. deliriyorum belki de. git gide sessizleşip sevdiklerimi aramamaya başlıyorum. zayıflığımın kurbanıyım. bu sonradan edindiğim bir şey değil. mizacım böyle, ne yapayım!

azarlamak istiyorsun şimdi beni. ağzına gelen dolu dolu küfürleri biraz daha tut. çünkü az sonra gitmek niyetindeyim. tüm alışkanlıklarımı yıkıp, terk etmenin o mayhoş tadını damaklarımda hissetmek istiyorum. hiçbir zaman yapılması gerekeni yapan bir adam olmadım. canım ne isterse onu yaptım. ama tabii ki bunları sana anlatmak manasız. peki ya diğerleri? bilmeliler. neden bu kadar.. neden bu kadar sessiz kaldığımı bilmeliler. sana-bana-hayatıma-insanlara. çektiğim vicdan azabının boyutlarını anlatamayabilirim belki. ama onlarda benim bile varlığını unuttuğum cümlelerimi bahşedebilirim. bu zor olmaz. bunu istiyorum da aslında. fakat tüm bu cümlelerin yanında, nefesimin yetmeyeceğinden emin olduğum için, hiçbir zaman anlatmadım. sadece sorgulayanlara, parça parça. çünkü hiçbir zaman tek seferde öğütülecek kadar büyük bir boşluk değildi içimdeki, git gide artan.

****

lütfen tanrım! ışıkları kapatır mısın! 

30 Ekim 2012 Salı




tarihini hatırlamıyorum, hipokrat yeminini tersten okumuş bir adam çıkıyor televizyona. ‘ciltteki lekelerin büyük çoğunluğu aknelerle oynandığı için oluşuyor. kılcal damarları çok zedeliyoruz sayın seyirciler, yapmayalım!’ insanoğlunun en sevdiği uğraş, daha kabuğun altına yeni deri yerleşmeden onu kaldırıp kendini kanatmakken bu laf dünya tıp tarihindeki tüm hekimlere olan inancımı yerin dibine sokuyor.
kafamı çevirip dışarı bakıyorum. fonda ‘gılı döndü diye öleceğ dedileedi seneler evvelcesi de tohtor bey gurdarıveedi’ cümlesinin sonunu boğan alkışlar var. bulutlar da var. bulutlar, rüzgarın iteklemesiyle günün hızlı çekiminin yayınlandığı bir belgeseli izletiyorlar. sağ olsunlar. aynı günü iki kere yaşıyorum.

-bulutları çok zedeliyoruz sayın yaşayanlar, yapmayalım!-

ben neyim?
ben laurana’yım, 100 yılda bir ruhu bir ölümlüye bahşedilen
ben feyza’yım, sanırım 21 yaşındayım
ben zübeyde’yim, aynı isimli hastanede doğduğum diğer milyonlarlarca bebekle aynı göbek adına mecbur bırakılmış ama henüz kendini tamamlamamış bir oluşumdayım.
ben nazım’ın vera’sıyım
ben bülent’in pencere önü çiçeğiyim
ben bir çocukluğun en havaleli ama en kıymetli yarasıyım
ben en uzun nadasım
tüm bunlar diyorum sevgilim
tüm bunlar, psikolojinin ilmi hitaplarına karşı çıkarcasına, bir karakter bozukluğundan değildir.
kimliksizim.
sevgilim, tüm sınıflandırmaları sırtından bıçakla
beni anla
bu bizi rasyonelleştirir

ben yüzü hatırlanmayan bir abinin omzunda bırakılmış masumiyetim
ben bir berber usturasının kesmeyen o kör yüzüyüm
ben bir tren garıyım
ben şehrin en ücra köşesindeki durağım
tüm bunlar diyorum
tüm bunlar sevgilim, tüm somut kavramcılara kafa tutarcasına, maddeleşmek değildir.
yersizim.
sevgilim, tüm otobüslerin arkasından el salla
beni ağla
bu bizi biraz sakinleştirir.

-vagonları çok zedeliyoruz sayın yolcular, yapmayalım!-

ben özerkliğini ilan edememiş, ama senin coğrafyasına teğet geçme ihtimalinin hep beklendiği o başıboş ülkeyim.
sevgilim
seni başkent ilan ediyorum!

28 Ekim 2012 Pazar

miş'ten/monolog-4


gölgesin.
ve sevgilim, çocuklar bile bilir, gölgeler asla tutulamaz…

o kadar çok gün var ki alışkanlıklarımdan vazgeçişimin miladı olması gereken. kendime verdiğim sözler. insan kendisine bile sadık olamaz iken nasıl bir başkasına sadık olabilir. "unutacağım" dedikten sonra, ve bu bir gereklilikse hatta, nasıl hala peşinden koşar onun anlamıyorum. işte o yüzden ben de sayısız kez senin lisanını duymak için yanına geliyorum. kendime sadık olmayışımı senin dudaklarındaki gülücükle kutluyorum aslında. çoğu bize aptal diyor. haklılar belki. kendimize saygımız yok. onlara neden olsun?


****


"ve sevgilim, şimdi seninle biz, ufukta beliren küçük bir ev gibiyiz. kimsesiz, bakımsız. içinde nefes olmayan, her tarafı tozlarla kaplı. televizyonun üzerindeki danteli musallat olan bir fare yemiş. ama evin kapısı sağlam. ne dışarı çıkabiliyoruz, ne de içeri birisini alabiliyoruz. 

çaresiz miyiz? yok canım. çaresizliği sevmeyiz biz. her gün, her dakika pençesine düşsek de, mecbur kalsak da sevmeyiz. çünkü bizler iyi oyuncuyuz. birden çok, sırf kaybetmemek için birbirimizi feda edebilecek kadar iyi oyuncuyuz. hani hep söyleriz, "tek çare terk etmek" diye. zaten biz terk ederek birbirimizi öldürürüz. fark etmeyiz. yine kimsesiz evimizde yaşar gideriz."


****


vakti zamanında annem "özlemek de insanlık halidir. abartmamak gerekir." demişti bana. hep bu sözünü tutmaya çalıştım. çünkü biz, mütemadiyen özlem duyanlardandık. attığımız her adım, gördüğümüz her tabela bize bir şey hatırlatırdı. bir yerlerden kulağımıza çalınan bir şarkı, bize hep onu hatırlatırdı. 

bir gün, tıpkı işlek bir ana caddenin ortasında nefesini tutmaya çalışan bir adam gibi, ben de özlemeyi bıraktım. kaydı, düştü ellerimden. iyice kulak kabarttım ama bir ses de gelmedi. allah allah. halbuki o kadar canlı, o kadar tehlikeliydi ki!
nefesimi uzun süre tutmayı denemedim hiç. ama eminim ki o çok daha eğlencelidir. zaten genel olarak sıkılırdık, bu bizi hareketsiz hale getirdi. 


****


sonradan anladım. bizi, yani beni ve diğerini, biz yapan şey bu bırakmaya çalıştığımız şeylerdi. özlemekti işte. hani o hep bilinen, her ailede olan eski zaman aşkları gibi. bilmem kaç yaşındaki bir amcanın karısını nasıl kaçırdığını anlatması gibi işte. öyle yalın. öyle istenilen. öyle kaybedilen.

öyle.


****


özlemek diyordum ben de işte tam. özlemek, bir insana yakışan yegane şey. fakat asıl özlemek, kabul ediliş ile başlıyor, pençesinden kaçışı olmayışın. bir sigara yakıyorum. "özledim!" diyorum yükses sesle, kimseden çekinmeden, hatta ve hatta biraz da duyulmayı isteyerek. özlüyorum çünkü gözlerimin gözlerine değmesini seviyorum. bir nefes daha alıyorum sigaradan. sonra...

işte sonra ne oluyor bilmiyorum. sonraları hatırlayacak kadar iyi bir hafızam olmadı hiç. "sonra parmaklarımı parmaklarına kenetledim." diyebilecek kadar hayal gücüm de olmadı -zaten bu cümle ancak ve ancak hayal ürünü olabilirdi-. aşkı ünleyecek bir zaman dilimi içerisinde her şey olup bitti ve ben yine yalnız kaldım, aşık bir biçimde.  


****


"ve sevgilim, şimdi gerçekten de oyunun sonuna geldik. vuslat mı dersin sıradaki? yoksa yine gitmek mi? oyun bitti sevgilim. ne benim  elimde, ne de senin elinde bir kart kaldı yine, birbirimizden başka. 

oyun bitti sevgilim.
ışıklarımızı söndürdüler."

26 Ekim 2012 Cuma

miş'ten/monolog-3

"ayin gibi, ibadet gibi, kavramsız yaşamak, zamansız ölmek gibi."

eskimeyen bir şeyler arıyorum hala. oysa kaldı mı şimdiki zamanlarda yıpranmayan bir şey? aitlik bile eskimişken, sadakat kelimesi bir şey ifade etmezken, vefa'nın hakikaten de sadece bir semt olduğu zamanlarda, "aşk"ı dillendirmek bile büyük bir suç olmalı bu dünyada. gizli saklı yaşanmalı, şüphe duyulan her sesten saklanmalı. sonsuza kadar...


***


bu kadar çok acı varken ve bu kadar çok insanlar acı çektirirken, neden kimse ağlamıyor? tanrım, göz pınarlarımı al bu bedenden. al ki milyonlarca insanın yerine ağlamaktan azad et beni. 


***


eskimek diyordum.. hani o çok sevdiğimiz metaforlardaki gibi. "kapağı paslanmış bir kavanoz"a koyduğumuz hayaller. sahi kaldı mı o hayallerden? biraz biz de tadına baksak. elimizde kırılıp dökülen umutlarımız bizi üzdü çok. sıkıldık da. o kadar çok sıkıldık ki bu oyun/lardan. bize de bir parça huzur veremez misin? anladım. paylaşmak istemiyorsun. sen de haklısın. bazı şeyler paylaşılınca anlamını kaybeder. gizli saklı kalması gerekir. hani aşk da böyleydi ya. hah işte. onu diyorum. bize biraz huzur ver be kadın. boğulduk burada. bir parça aşk da olur. yeter ki bir şey hissedelim. yeter ki hissizleşmiş parmaklarımız bir başka tene dokununca heyecanlanalım. yeter ki başımızı koymak istediğimiz omuzların hayallerini kuralım gece uyumadan önce. çok mu?

sesini duyuyorum. meçhullük nasıl bir şey? anlatsana biraz. süpriz yapmayı sever gibisin. biz ise süprizleri hiç sevmeyiz. her şeyi kontrol etme alışkanlığımız anneden gelir. kaçamıyoruz yani. şaşırmak insan oğluna yakışan bir hareket değil. bırakalım doğa istediği gibi kontrol etsin onu. sen bizi kontrol etme.


***


merhaba. ben tanis. henüz 22 yaşındayım. saatlerce boş boş televizyona bakmayı severim. elimde olsa aylarca odamdan dışarı çıkmam. biraz sigara, biraz çay bana yeter. artık yalnızım demek bile istemiyorum. o artık bir meziyet değil benim için. derimin üzerine işlenmiş bir dövme. hem de sol göğsümde. o kadar güzel, o kadar karanlık ki. hem çıkmıyor da!


***


"zor sevgilim. çok zor. gözlerini gözlerimle barıştırmak çok zor. sen asık yüzüme bakma. artık hep öyle. yok yok senin suçun değil. artık mizacım böyle. insanlar değişiyormuş demek ki. elbette, tamamiyle değişmedim. hala bir yanım tanis. hani o senin sevdiğin. ama çok muhalefet, çok eksik. diğer yanım karanlık. karanlığına çekildim. elimde değildi. ağladım. sigara içtim. ağladıkça daha çok sigara içesim geldi. sonunda kanser oldum. geçen ay öldüm. farketmedin mi? koca koca adamlar arkamdan ağladı. annemse o günden beri hiç konuşmadı. sen asık yüzüme bakma. insan her daim gülümseyecek diye bir kural yok ya! olsun. gün olur, yine gözlerin gözlerime değer, ben seni yine severim, sen sevmezken. olsun, canın sağolsun."


***


eskimek diyordum.. eskimek, zamanın kaçınılmaz kurallarından. eskimek de güzel de..

bu oyun çok zor sevgilim!


16 Ekim 2012 Salı

geceden giden/2


02:17

üşüyorum.
daha önceden de aşırı soğuklara maruz kalmış bedenim, şimdi tir tir titriyor. üzerimdeki battaniyelere sarılıyorum gayri ihtiyari bir biçimde. en azından onun öyle olduğunu sanması için hasta bir insanın ağır hareketleriyle yapıyorum bu işi.

ayak seslerini duyuyorum. kalp atışlarım hızlanıyor.
önce nefesini hissediyorum alnımda. sonra da dudaklarını..
ulan diyorum kendi kendime; yüzün olsaydı da kalkıp cevap verebilseydin o güzel gözlere..

03:42

saatlerdir bu kanepede, bu kasvetli odada uzanıyorum. sanıyorum içimizdeki kasvetle birlikte daha da dayanılmaz bir hal alıyor karanlık. o da çareyi ışığı açmakta buluyor.

yorgunluğumu belli etmemeye çalışıyorum. ellerim göğsümde, kenetlenmiş bir biçimde. ellerini arıyor saatlerdir. aradaki mesafeyi düşünüyorum. kalbinde açık bıraktığım her bir pencereyi, havaya hasret bırakılan o ciğerlerini.. 

acaba kalkıp sigara mı içsem? yok yok. sigara dumanıyla dağıtamayacağım kadar çok hüzün var bu odada. biliyorum.

04:21

sabaha daha çok var. biliyorum, çıldırmak üzere olan kelimelerini tutmakta güçlük çekiyor hala. halbuki o hiç sevmez gecenin bu renklerini. tıpkı insanlardan nefret ettiği gibi.. bilmez o hep ünlediği "insanlardan kaçmak" eylemini en güzel bu saatlerde gerçekleştirebileceğini. yıllardır geceyle bu saatlerde buluşmam hep bundandır. herkes uyur. hırsızı, polisi, yaşlısı, genci.. insan ancak bu saatte gerçekten yalnız kalabilir ve pencereden görebildiği yıldızları ancak o saatte net bir şekilde sayabilir. susuz bırakılan çiçeklerin suyla kavuşması misali, can da ancak bu saatte arz-ı endam edip gerçek bedeniyle kolayca iletişime geçebilir.

alnıma bir öpücük daha konduruyor. sanki elimi kaldırsam duyduğu sevgiyi parmak uçlarımda hissedebilecekmişim gibi. başını göğsüme koyuyor. tanrım, bu kadar sakin durabilen ben miyim? saçının her bir teli için ayrı ayrı ölebileceğim insan, bu kadar yakınımdayken ve bu kadar "iç" iken, ben nasıl sakin duruyorum?

cevaplarını bilmediğim sorular silsilesine bir yenisini daha ekliyorum. farkında olmadan inliyorum. o uyurken hep uyanmasına sebep olduğum şekilde. 

sanki...

sanki bir şeyler söylemeye çalışıyor, duymuyorum... ya da ben mi uyduruyorum böyle şeyleri?

önemi yok.


-onu özlüyorum anne.
onu çok özlüyorum. 
denizlere kavuşamayan nehirlerim gibi
gözlerine olan susuzluğumdan hep.
sana bağırdığım için özür dilerim.
ama ne yapayım
onsuz iken cümlelerim bile şaşıyor
her bir notaya yanlış basıyorum
kulak tırmalayıcı hareketlerim bundan.
affet beni.
çok özlüyorum.
ve biliyorum ki bir an karşımda görsem onu, tüm bu hasret bitip gidecek, ama yine hiçbir kelime ünlenemeyecek. kumral saçlarının ahengine bırakacağım yine, tıpkı boğulmanın kaderi olduğunu bilen ve akıntılara karşı çıkmamayı tercih eden bir zavallı gibi.
affet beni.
kendi döngümdeyim yine. 
affet..-

05:51

maviliğin tonunun değiştiği gibi nefes alışlarım da değişiyor, tıpkı onun gibi. soluduğumuz hava pişmanlık, her bir zerremiz hasret.

-onu o kadar çok özlüyorum ki anne.
hani diyor ya o meşhur şair;
"aslında aşk da iki yalnızın ortak bir yalnızlığı paylaşmasıdır" diye.
o olunca dört bir yanım renk değiştiriyor. 
yeşillerim maviye,
siyahlarım ise tatlı bir kumrallığa çalıyor.
çok mu zor anne?
özlemenin de bir sonu vardı derdin?
o son ne zaman gelecek anne?-

7 Temmuz 2012 Cumartesi

savaş sırası/sonrası - mektuplar 2

Laurana'ya, 
sevgilime.


seni ne kadar özledim bilmiyorum. yokluğuna alışmak zorunda kaldım, zorunda bırakıldım bu lanet olası savaş yüzünden. yüzündeki gamzeleri görüp, altın sarısı saçlarına sarılmak o kadar büyük bir hayal ki benim için, gerçekleşmeyeceğini bile bile her sabah bu düşüncenin verdiği güçle uyanıyorum, salladığım her kılıç, aldığım her can sana, o güzel gözlerine ulaşabilmek için.


eskiden, özlemin bu kadar ağırlaşmamışken, yokluğun kılıç tutan elimin yokluğu gibiydi. henüz aramıza yıllar girmemiş, sakallarım beyazlamamıştı. oysa bende elf kanı var. insan yanım daha ağır basıyor artık. şimdi yokluğun sol tarafımın felç olması gibi. düşünmüyorum, sadece uyguluyorum yapmam gerekenleri.


aklıma düşüyor sözlerin, gülümsemen. sık sık. kırmızıyı sevmediğimi farkediyorum birden. sus pus olmuş dillerden adının dökülmesini beklerken ellerime bulanan kırmızıyı. aynaya bakmaktan korkuyorum, seni görecekmişim gibi bir his var kendi yüzümde. oysa ne güzel derdin "yüzündeki çizgilerin, gülüşün, gözlerin, hepsi 'ben'im" diye.


kendimden nefret etmekten yoruldum. sensiz geçirdiğim her saniyenin diyeti bu olsa gerek. şimdi, güneş doğarken, rüzgarın kaldırdığı toz bulutları gibi ruhum. ellerimden kayıp gitmesine izin veriyorum bazen, çıldırmamak için, seni görmesine. kendimi bir çok şey için alıkoyuyorum çünkü hala umut var.


zihnimin en karanlık köşelerinde bile yankılanıyor sesin. ağlıyorsun, biliyorum. saklamaya çalışsan da, bilmekten çok hissediyorum.


keşke diyorum bazen, keşke özlemeyi de kontrol edebilsem..


"en kırılan yerlerimde susuyorum ben seni" diyorsun.. konuşamıyorum..


sadece..


özlüyorum.

6 Temmuz 2012 Cuma


çok olmaya başladım. çok. parçalanarak. daha da bölünerek. amip gibi. içimde yetiştirdiğime eşlik eden diğerleri. kesiklerimden memnun değilim. ve onlardan. hayal meyal hatırlıyorum, yine tek değildim, ama huzursuz da değildim. onları sevmiyorum. ve kırmızıyı. kırılma noktalarıma çarpanların düştüğü boşluğu izleyen vicdanımı. ve kara deliklerimi. unutuşlarım, alzheimerın kapılarını zorluyor iri kütüklerle vura vura. savaşıyorum. mızrakları sevmiyorum. hedefini şaşıran okları ve zihnimle eş zamanlı parçalanan tüm kalkanları.
yazamıyorum.
sadece bakıyorum.
izliyorum.
topluma dayanan surları, zamanda sıkışan toplumu, göğe akan kendimi.
yapamıyorum.
kendimi sevmiyorum.
hatırlayamıyorum.
unutamıyorum.
sadece bir sigara daha…

6 Haziran 2012 Çarşamba


“pencerenin kenarındaki koltuğa oturup dışarıyı seyrediyordu. bugün, yağmurun dördüncü günüydü. yakalanıp da kırılmasıysa ikincisinde olmuştu. ıslak, kirli, mazgalları ve kanalizasyonları taşırarak zaten sevmediği bu şehirde sürekli arıza çıkarıp ondan iyice soğumasına sebep olan, artık arkasında gökkuşağını getirmeye üşenen bu yağmuru sevmiyordu. sarılınca sevgisizliğini giderebileceğini düşünerek mi bilinmez, bir yastık aldı yanıbaşından kucağına.


tek kolunu koltuğun başına, çenesini de kolunun üzerine koydu. çocukken de böyle yapardı. içi geçmiş bir mahallenin en tenha sokağında otururlardı. zifir çıkmazıydı. damla düşer düşmez kesilen elektrikleri kazanca dönüştürmek düşüncesiyle uykuya dalındığı zamanlar, o, yorganının altından yağmurla gelen kalabalığı dinlerdi ve bir sonraki şimşeği beklerdi odasını aydınlatıp kendisini yeni hayallere götürmesi için.


belki de sırf bu yüzden severdi. korkacak hiçbir şeyi olmayan bir çocuk, kaybedecek herhangi bir şeyi olmayan. şimdiyse, yıldırımlarla beraber tüm gök gürültülerini de içine çekip yok edebilecek bir paratonerin icadı için duadaydı. yıllarla uçan masumluğunu hatırlayınca içini kaplayan utancın tarifini yapabilmenin imkansızlığını fark edince sıyrıldı daldığı kuyudan. ayağa kalktı. açık kalan televizyonda; 60 yaşında, evi, arabası, düzenli emekli maaşı olan talibini karşısına alıp konuşan, nazlanan bir kız çocuğu vardı. utancı gırtlağına dayandı. anladığı fakat anlamlandıramadığı birçoğuna eklendi bu da. büyümek çok saçmaydı. her gün evden çıkarken unutulmaması için uğruna binbir tembih dökülen şemsiyeyi kapının arkasında bırakarak çıktı sokağa. zifir çıkmazından çok uzaktaydı artık ama yıllar sonra masumiyete ilk defa bu kadar yakındı.


bir çocuğun elinden tuttu, kıvırcık saçlı ve mağrur. yüzü hayli tanıdık. ‘bir oğlum olursa, lütfen, sana benzesin’ dedi.


‘bak. yani şimdi yağmur her şeyi temizleyecek.’”





15 Nisan 2012 Pazar

nasıl başlaması gerektiğini bilmediğim bir sondan bakıyorum sana.
sana, beni kırdığın her yerden bakıyorum
açık bıraktığın her pencereden


-içim dışım cereyan be adam-


yatağımın kenarında sarılıp da oturduğum dizlerimin, aklımdan daha yakın olduğunu hissettiğim anlarım var benim.


-şu dumanı en azından azaltmanı ne çok istemiştim oysaki-


burası uzun zamandır böyle karanlık mı?
bilmiyorum.
ne zamandır seni görmediğim bi uyku uyumadım?
bilmiyorum.
oradaki sandalyede oturan sen misin?
ölmek için illa nefes almıyor olmak mı gerekir dersin?
ciğerim koca bi sigara ağrısı
ya da nefes almak yeter mi yaşamak için?
peki kanınla bulaşan bir emperyalizmi bile kabullenebilir miydim?
hadi bunu geçtim
ya onlar
tutamadığım ellerin mi?
kendi sesimi bile ne kadardır duymamışken bu lütfu sana bağışlar mıyım bir gün?
bilmiyorum.


-bu kadar çok şeyi bilmemek daha çok yoruyormuş insanı-


beş ay soluksuz kar yağdı gözlerinin değmediği bir şehre
şimdi 'bak' desem, ne farkeder ki?
yerin yedi kat altında yedi kere tomurcuklandı açelya yollar böylesine uzadığından beri.
şimdi 'gel' desem, ne farkeder ki?
mevsimi geçmiş içimden kuşlar göçüyor
içim göçüyor


-biraz özle be adam-


bir cinayet romanının baş kahramanlarıydık biz seninle;
saplantılı/umursamaz/kurnaz/endişeli/titiz/naif
sırası önemli değil
taşlayacak şeytan ararken kendimize
öldük
öldürüldük
yedi ayrı yerinden bıçakladın hafızamı, bıraktığım her yoldan bulup buluşturup ekleyip birbirine parçalarımı sana getirmişken.
hem yağmur dursun istemedim ki ben, arkasında, sol avcunun içinde saklarken küçük çocuklar gibi toprak kokusunu.
ama adımın söylendiği bu yere de ait değilim ben.
sadece
geri dönene kadar
bu ömre teyelliyim


vesselam..

31 Mart 2012 Cumartesi

toprak


bugün son.

gözlerinin görmemesine neden olduğum günden beri susuyorum. anlam veremediğim bakışlarının katilinin kendim olduğunun farkındayım en azından. o çok sevdiği hayal dünyasında yaşamasına izin verdim uzunca bir süre. biliyordum.

ama bugün son.

odamın en karanlık köşesinde, bacaklarını kendine doğru çekmiş. ağlamıyor artık, gözyaşlarındaki pınarlar engel bu sefer de ona. nefes alamıyorum, son zamanlarda bu çok oluyor bana. bir sigara yakıyorum. derin bir nefes, üzerine derin bir nefes daha. dudaklarımdan saldığım dumanın, odadaki tek sandalyeye dökülmesine izin veriyorum. sessizce izliyor, yüzünü görebiliyorum en azından. bakışları hala tanıdık. fakat bana bir yabancıymışım gibi baktığı zamanlar da oluyor, hissediyorum. 

çıldırmaya birkaç kala başladı bu panik ataklar. eskiden kahkahalarıyla çınlattığı bu oda, artık bir ölü kadar sessiz. oysa ne çok severdi yağmur sonrasını, tıpkı bir amanın renklere olan tutkusu gibi.

bırakıp gitmenin anlamsızlaştığı günlerin çoğunda, aklını yitirme safhasına gelmiş bu kadını izledim. gerçekten aklını mı yitiriyordu yoksa "gerçekler"i mi görmeye başlıyordu emin değilim. aşikar olan tek bir şey varsa o da artık hiç konuşmadığı, sadece su içtiği ve günden güne gözlerimin önünde eriyip gittiğiydi. sesine olan özlemim o kadar çoktu ki, sanki yine, beni duydu.

-bir ömürlük hikayeydin. sonunu yazmayı sen tercih ettin. artık tüm renkler senin. kaybettik.,

o kadar çok işlemişti ki sesi sesime, hangimizin konuştuğunu bilmiyordum. beynimin içinde yankılanan lisanı, omuzlarımı düşürmeme neden oluyor. ne adım atacak halim, ne de tek bir imaj görmeye. gözlerimi kapatıyorum.

-bir sigara daha-

tam o an her şeyin ne kadar ince bir ipliğe bağlı olduğunu anlıyorum. onun hayatına son vermesi gibi, benim de aklımı yitirmem o ipliğe bağlıydı. sorular sormanın zamanı değildi hiçbir zaman bizim için. yaşamak gerekiyordu, nefes almadan, tek bir anı bile boşa geçirmeden. hiçbir zaman çözemedim ama, biz mi monotonlaşmıştık, yoksa ellerimiz mi yaşlanmıştı. o yılların verdiği bilgelik yüzüne yansımış insanların surat ifadeleriyle hep sorduğum sorunun cevabını almıştım kendi kendime. 

ellerimiz yaşlanmıştı.

odanın ahşabıyla yıpratmıştık tenimizi. gözyaşlarımızı hediye ettiğimiz havaydı bizi bu kadar solgunlaştıran, yok eden. birbirimize ettiğimiz tehditlerdi biraz da bizi bu kadar yıldıran, yaşam enerjimizi çalan.

evet evet. başka bir neden olamazdı tenine dokunan tenimin soğuk olmasına! 

ne zaman ki yağmur durdu, işte o an azad ettim gözlerine hapsolan gözlerimi. bir yaşam olmalıydı bu odada. ona da yetecek bir yaşam. onun yerine soluk almalıydım artık. onun yerine de gülümsemeli, onun yerine de hüzünlenmeliydim biraz biraz. hayatım boyunca kaçtığım sorumlulukların en büyüğünü sahipleniyordum o an. ben ki, artık gülümsemenin bile bir külfet haline geldiği bünyemde, onun yerine de yaşama sorumluluğunu üstleniyordum.

orada, o karanlıkta ne kadar oturdu bilmiyorum. onun kadar ben de zaman kavramımı yitirmiştim. uyuyacaktı, her halinden belliydi. o aslında böyledir, bu kadar korkaktır. düşünceleri kendisine ağır gelmeye başladığında kaçar. savaşmak istemeyecek kadar yorgun, hüznünün üstesinden gelemeyecek kadar nefessizdi. sanki benimle olabilmek için kilometrelerce yürümüş ve her saniye ciğerlerindeki hava git gide ona daha çok batmıştı. o da sonunda nefes almayı bırakmış, öylece yaşamaya çalışıyordu. ve aslında kendisi bilmese de, buna mecburdu.

uzandığı yatak kendisine çok büyüktü. üşüdüğünü hissettim, üzerini örttüm. 

-bir sigara daha-

kendime ait birçok iz gördüğüm bu yüzü seyretmek güzeldi. o kadar derin uyuyordu ki, kalkıp gitsem şimdi, hiçbir şey demeden.. 

bunca yol gidilmişken, bunca emek ve bunca sevgi varken, hangi insan çekip gidebilirdi bu güzellikten?

yanına gidiyorum. o çok sevdiğim saçlarını okşarken mırıldanıyor rüyasında. anlamıyorum söylediklerini, anlamak da istemiyorum aslında. düzenli nefes alışlarını seyretmek, bana inanılmaz büyük bir güç veriyor.

hatırlıyorum tekrar ne kadar çok sevdiğimi onu. ne kadar çok özlediğimi gözlerini, ne kadar çok..

yanağına masumca bir öpücük konduruyorum. uyuyor belki, ama sıcaklığımı hissedeceğini biliyorum. 

o andan sonra iki kişi için yaşamama gerek kalmadığını anlıyorum. nedeni olduğum hissiz gözlerinin uyandığında eskisi gibi hayat dolu olacağından eminim.

ellerini ısıtıyorum. tek bir dokunuşumla zihninde hapsettiği karanlık tarafı kesip atıyorum.

huzurluyum, cebimdeki son sigarayı yakıyorum. tütünü bırakacağım aklıma hiç gelmezdi. kalkıp pencereyi açıyorum. yağmur dinmiş, yerini toprak kokusuna bırakıyor yavaşça. izin veriyorum odamın onunla dolmasına. 

biliyorum. bugün son.

biliyorum. çünkü artık toprak kokusundan kaçmıyorum.

17 Mart 2012 Cumartesi

geceden giden/1

"
02:17
oturma odasının sol duvarına dayalı kanepede uyuyakalmış öylece 
daha da üşümesin diye üzerine yığılmış 2-3 battaniye içinden -zaten zayıf olan- nefes alışverişini seyretmekten başka bir şey gelmiyor şu an elimden.
bu zor
bu çok zor..
kalkıp öpüyorum alnından usulca
uykusu, hiç istifini bozmadan devam ediyor yoluna.
öpüyorum
çünkü sadece uyurken alıyorum en güzel tepkiyi sevgime.
öpüyorum
çünkü tıp okumamış olsam da bilirim vücutta sıcaklığa en duyarlı yerlerden birinin dudaklar olduğunu.
öpüyorum ateşini
usulca
düşmüyor..


*


03:42
karanlığa dayanmak zor
karanlığa dayanmak sıkıcı iş yapacak başka şeyin yoksa düşünmek ve beklemek dışında.
kanepenin başucunda duran, çocukluğumdan beri 70lerden kalma bir şapkadan yapıldığını düşündüğüm, lambayı açmak en mantıklısı sanırım.
yoksa birinden birinde boğulmak işten bile sayılmayacak bu saatte bu şehirde.
yüzünün şu cılız ışıktaki gereğinden yorgun kıvrımlarını görmek daha can sıkıcı oldu karanlıktan ya, neyse..


-böyle dediğime de bakma sen, görmeden de edemem, bilirsin.-
bilirsin elimi koyacağım yeri nasıl şaşırırım yokluğunda, nasıl nefes alamam sensiz, sensiz nasıl yapamam bilirsin.
tüm ağzıma sıçışların bundan.
ben de bunu bilirim.


*


4:21
sabaha az kaldı.
arada tuhaf sesler çıkarmaya başladığı an, arada bana da uğrayan uykuyu dağıtıveriyor.
kucağımda uyuttuğum -sene var ki her gece böyle uyuyakalırız birlikte, benle oluşu hep bu yüzden- kitabımı bırakıp kalkıyorum
kalkıp öpüyorum alnından usulca
uykusu, hiç istifini bozmadan devam ediyor yoluna
öpüyorum
çünkü sadece uyurken alıyorum en güzel tepkiyi sevgime.
eğer dudaklarım beni yanıltmıyorsa, düşen bir ateş var ortada.
nefes alıyorum
nefes alıyor
verişini dinlemek için göğsüne yatıyorum
sanki elimi daldırsam çocukluğum..
konuşuyorum
beni duymadığından emin olduğum anlarda yaptığım gibi
uyurken
konuşuyorum
çünkü biliyorum, bilinci açıkken böyle şeyler konuşulmaz pek kendisiyle..


'onu özlüyorum anne
onu çok özlüyorum..
sabah sana bağırdığım için özür dilerim
ama ne yapayım
bastıramıyorum
söyleyemediğim her söz öylesine kağıt kesiğiyken hala içeride
öylesine inatla kapanmazken
konuşmayı henüz öğrenememiş bebekler gibi derdini anlatabilmek adına çığlık çığlığa ağlayıp bağıracak kadar ilkelleşen ruhumu bastıramıyorum.
kafasından iteleyip geldiği yere doğru sokuşturmayı beceremiyorum
doğum gibi biraz
illa ki çıkacak!
affet..
affet, onu özlüyorum anne
onu çok özlüyorum
gördüğüm rüya sayısını unutmuşken
bir an görsem karşımda, hepsi teker teker -uzun metrajlılara meydan okurcasına- canlanacaklar sanki.
aslında sorun şu ki; herhangi birini alelade bir gecede görüp de sabah uyandığımda bunu kendisine anlatabiliyorken
her gece onu görüp ona anlatamamak, filmde kopmanın gerçekleştiği yer sanırım.


her sabaha farklı uyanıp yaptığım tek işin -tek aynı işin- yaşamaya devam ediyormuş gibi rol kesmek olması çok can sıkıcı.
bütün gece seni beklerken bana eşlik eden karanlıktan da sıkıcı.'


*


5:51
gecenin rengi kırıldı iyiden iyiye
'özlüyorum anne
çok..
dayanabilmek adına 'ailemizin geleneksel genetiksel kadın gücü'nden istiyorum biraz.
imkansız mı?
ha bi de sabah erkenden ayırıp koynundan ayıltma beni
olmaz mı?
yani..
çünkü ben sadece..
onu..' "



5 Mart 2012 Pazartesi

savaş sırası/sonrası - mektuplar

Laruana' ya, özlediğime


yokluğun dayanılmaz bir susuzluk gibi artık. yüzünün hatları bu kadar belliyken benden beklenen o kutsal unutma görevini yapamıyorum. gözüm hiçbir şeyi görmüyor zihnimde ismin sürekli ünlenirken. kabullenmeye tahammül edemeyen ellerim, hala buz gibi. gözlerim, savaş sonrasını yansıtan birer cam, üzerinde gözlerinin yansımasıyla, önümdeki yollara bakıyorum. 


hiç iyileşmeyen bir yara gibi duruyor hala parmaklarının dokunduğu tenim. kapanmayacağını bildiğim halde, tekrardan aynı hissetmek uğruna hayal ediyorum parmak uçlarını, parmak uçlarıma dokunuşlarını. 


bazen en zor olan şey, sesinin tınısını hatırlamak oluyor.  hafızam işlevini yerine getirmiyor, ve insan bir süre sonra alışıyor susuz yaşamaya. 


kazandığım savaşlar kadar kaybettiklerim de oldu, ve Laurana, inan bana sen, en ağır kayıbımdın. ilginç bir biçimde, sana kaybetmekten hiç bıkmadım, üzülmedim. aksine zevk aldım, seninle olup bunu sevdim. 
-bilerek başladın her şeye-


zaman geçtiğinde, ve hala kaybettiklerimi gözlerinin ferinde ararken, hiç bir şeyin değişmediğini, değişmeyeceğini fark ettim. bu zor oldu. düştüğüm çukurdan-ki hala çıkamadım- gökyüzüne baktığımda gördüğüm şey aynıydı:


umut.


hiç kaybetmediğimiz, birbirimizin yüzünü uzun kılıçlarla parçaladığımızda bile yanıbaşımızda duran, "hani belki yaşarız" cümlesini söyleten.
-bazen seni hiç tanımadığımı farkediyorum-


ama şimdi, bana onlarca şehir, onlarca ülke kadar uzaksın Laurana. tekrardan o çok sevdiğim yüzünü görebilmem için vermem gereken çok savaş var. ve ben bir ölüden farksızım.


Kitiara'yı arıyorum.


hiç sevmediğin, hiç sevemeyeceğin aslında, karşıtım olan kadını arıyorum. biliyorum o, hala yaşıyor. bunca yıl içimde, en derinlerde sakladığım kadını arıyorum. bulacağım onu. ve çok sonraları senden/kendimden kaçmayı bıraktığımda hak ettiği saygıyla onu gömeceğim, en yakınıma.




                                                                                        Tanis

29 Şubat 2012 Çarşamba

savaş sırası/sonrası - mektuplar

"Tanis' e


sebebini hep çok iyi bildiğim ama hiçbir zaman dimağımda anlam kazanamayan bir savaş uğruna gittiğin günden beri yazdığım onca mektuptan sadece biri şu an okuduğun.
eline geçtiyse tabi eğer.
gözün, değmeye cesaret edebildiyse
uzak da olsa bir şehirde atan bir kalbin varsa hala..
-sahi kalbin var mıydı senin?-


yüklediğim bütün anlamları geri alma isteği var son günlerde içimde
biriktirdiğim çok sabır var, dinlediğim çok şarkı.
içimde; elimi daldırınca ulaşıp seni sökmeye başlayabileceğim o ilmeği arama telaşı var, gülüşünü anımsayınca sakinleşen ve bununla doğan peşine takılma isteği.
içimde, başımı alıp gitmeler var.
aylarca, gece gündüz demeden bir yerlere gitmek
hiç var olmayacağım bir yere..
ne acıkayım, ne yorulayım
içime binlerce şarkı sığdırayım
yağmur yağsın, ben ıslanmayayım.
dağılan tüm anılardan, biriktiremediğim nefeslerinden ve daha nicelerinden bir sal yapayım denizi olmayan bu ülkede, yeni herhangi bir yere gidememek için.


içimde demlediğim bir hüzün var
ve verandada çayıma eşlik eden bir şarkı; 
'sana ihtiyacım olduğunda neredesin.. orada mısın?'(*)


yürüyemediğimiz bir nehrin kıyısından sesleniyorum şimdi sana
denedik ve kaybettik
-su durdu-
öyle uzaktan
gerçeği, sevgiye tercih ederek..
şimdi söyleyemediğim sözler var çiğnemeden yutulan lokma gibi takılı boğazıma.
olan ve olacak olan çok şey var.
kayboluşlarım
kaçışlarım var.
vazgeçemeyişlerim.
öyle alev alıp sönerken,
öyle sevip öyle nefret ederken,
öyle karmakarışıkken..
yeni bir güne başlayabilmek üzere uyuduğum çok gece var
umudumu kaybetmemeyi denediğim, yaşamaya dair
'böyle devam edersen, ölürsün' diyorlar ya, son bir kere daha görmeden gözlerinden kendi hüznümü; asla!
nefes almaktan başka çarem yok
ve yapacak işim de.


bekliyorum Tanis,
ben hala Kitiara'yı gömmeni bekliyorum, en kutsal ölülere duyulabilecek ama en hakedilmeyen saygıyla.
15 yıl sonra kollarına ölmeyi bekliyorum.
gel, yüz yıl sonraya üfle ruhumu..


                                    Laurana


..."

(*)http://fizy.com/#s/1bjrx1

21 Şubat 2012 Salı





önünde buldu zarfı. açtı.






"ah hayır, umduğundan farklı olarak edebi içeriksiz bi mektup olacak bu.
sadece 7 parça.
ama bundan sonra adın gece'dir adam.
onun kadar karanlık, kalabalık, kelimeleri hep içine, yalnız..


ne demiş cemal süreya: 'sayın tanrıya kalırsa seninle yatmak günah'
sanırım aynı tanrıya kurban sunuyoruz biz kendimizi, çünkü benim tanrıma göre de seni sevmek yasak.
ama adem nasıl yediyse o meyveyi cennetten kovulma pahasına
sanırım ben de öyle bi halt yiyorum
her gün yiyorum
her sabah gözümü açtığımdan her gece zıbarana kadar
allah ne verdiyse
her öğün yiyorum


-iyibok yiyorum!-




I


"gece, bu sana armağandır;
an itibarıyla başımda dönüp duran çakır keyfi kuyruğundan yakalayıp önüne koyuyorum, senin bana bahşettiğin gidişlerinden daha manidar bi hediye olmadığı için özür dileyerek.
ve özür dileyerek başımdan.


(sanırım son zamanlarda en çok yaptığım iş oldu özürler, aflar. 
vicdanım hafiflesin diye değil. 
kendimi kendime bağışlatmam lazım, hepsi bu.)


özür dilerim, seni bekleyerek geçirdiğim zamanımdan ve bekleyerek geçireceğim geleceğimden.
özür dilerim, karşıma çıktıklarından sonraki ikinci görüşmede adlarını anımsamak istemeyerek senin adınla sesleneceğim her adamdan.
özür dilerim kulaklarımdan, kazım koyuncu'nun, cem kısmet'in seslerinin üzerine seninkini kaydettiğim için.


-hayır, kafam bi kaset değil. en azından şimdilik. yani başa sarmaya başlamadığı sürece-


varlığından sana hiç bahsetmediğim pencere önü çiçeğimden de özür dilerim.
bi film vardı, hatırlıyorum. bilirsin sen. neydi adı?
neyse ne..
onun gibi, oradaki gibi..
bi kaybın ardından yas tutar mı beyaz?
kök salar mı peki gömüldüğü yerde?
mathilda unutur mu leon'u?
uzatır mı saçlarını dersin?
sigarayı bırakamayacağına dair iddiaya girelim hadi!


-senin bana veremediğin cevaplarını seveyim be.-"








II


"bana borçlusun gece; uyku borçlusun, hayal borçlusun, kelime borçlusun, çok yaş borçlusun, zaman borçlusun, özür borçlusun.
sanırım sana bi duyun-u umumiye kurmalı. 
ya da vazgeçtim ben bu işten. neticede iktisad ve ekonomiden anlayan ben değilim.
hem her şeyi yazdığım bu defterin üzerinde sigaralarımı söndürmekle meşgulüm şu an.
gölgeni çeker misin?"








III


"ben ne zaman mavisi bol hayaller kursam insanlar bu şehri terk eder.
ama bi insan gelemediği bi şehri terk edebilir mi?
hayır.
o halde sanırım yine elde var sıfır.
bu daha ziyade 'olmayana ergi' gibi oldu.
yani biz buna matematikte 'olmayanı varmış gibi gösterip olanı ortaya çıkarma çabası' diyoruz.
demek ki neymiş; 'beni seviyormuşsun gibi düşünmek' ispatımızın başlangıcı.


-seni, beni sevemediğin yerlerinden seveyim be.-"








IV


"şimdi seninle biz aynı adadayız; yarısı gece, yarısı gündüz.
yani hep zıt
yani hep sırt sırta
görüş alanı farklı, mesafesi sıfır.
ama burada hiç gemi yok kaptan!
mahsur kaldık..
sırf bu yüzden, sarfedilen son kelimelerin şerefine, tam 7kere; önce renkli, sonra beyaz!
kirlenmeden gider misin?..


şimdi seninle biz çok şey olsak;
bi japon kızın gidip gelen hafızası olsak mesela
ya da ispanyol yapımı bi hapishaneye düşse yolumuz, hücre no 211.
peki biraz tren garı olsak?
saatte 250 kilometre hızla geri dönse umutlarımız?
ya da öylece bırakıp hiçbir şey olmasak, kaç an daha eksilir ömrümüzden?"








V


"şu fonda çalan şarkılar olmasa da hatırlarım ben seni.
benim olmayışların, benimle olmadığın anlamına gelmez ki.
ama durum özeti yapmak gerekirse; varlığım, yokluğumdan fazla rahatsız ettiği zamanlar giderim ben.
huy işte.
çıkasıca..
ve bu yüzden
ve böylelikle
bir sevmenin daha sonuna geldik.


-biz sona geldik de, gidip de bana dönemediğin şehirlerinden seveyim seni be.-"








VI


"taze fasulyeden meze olur mu adam?
olmaz!
neden?
çünkü kartken, düdüklünün baskısını tatması gerekti vakti zamanında.
o yüzden sofrada yeri yoktur.
adetimiz kurusun.
aslına bakarsak ne geldiyse başımıza bundan geldi
(fasulyeden değil tabi ki, adetten.)


yani aslında hep adettendi ademoğlunun kendine 'en iyi gelmeyen' şeylerle uğraşması
ve hep eski bi alışkanlığın kanıtıydı tırnak aralarındaki kan.
ve aslında hiçkimseyi sevememek kadar kötüydü seni sevmek; ağır ama atlatılması mecburi bir hastalıktı..
iyileşmek isteyip istemediğimi bilmiyorum.."




7.parça?
adam anlar bir parçasının daha eksildiğini
ve anlar aslında ne kadar çoğunu da yanına katıp götürdüğünü.
susar.
çünkü bilir; bazen ilaçtır yalnızlık ve sessizlik..



15 Şubat 2012 Çarşamba

-hafif bir inlemeydi parmaklarımın arasından kayıp giden.


göremeyişimin bir nedeni olmalıydı. çoğu zaman sakındım bakışlarımı başkalarından uzun süre, sırf gülümsemenin tadı gözyaşlarımda kalsın diye. 


ama bu farklıydı. bu başka bir suskunluktu. çok tanıdıktı cümleler. kumdaki ayak izlerini görebiliyordum üzerinden geçtiğin, onlar hep orada kalacaktı, ta ki sen üzerinden yürüyüp geçtikten sonra. sevmiştin aslında rolünü, herkesinki kadar. benim kadar. yalnızlığın alışkanlık olduğu bünyelerde sık görülür bu kendini adamışlık. en ufak bir dala tutunmak, bırakamamak, istememek hatta. tıpkı bir tiryakinin son sigarasını filtresine kadar içişi gibi, o da sevgisini son damlasına kadar harcıyordu. bağışlıyordu, çabalıyordu, seviyordu, kıskanıyordu.


hissizlik doruk noktasına ulaştıktan sonra gözlerini açtı. 


-artık o derin uykulara yatmıyorum. çünkü biliyorum artık beklemeyeceksin beni.


istemek yeterdi hep hani? 
doğrudur, kalbin sesini dinlemek, beynin sesini dinlemekten daha kolaydır. 


ayrılığa kurban ettiği cümleler kendisinin değil, yazılması gereken, baş kahramanı "o" olan romanın ilk cümleleriydi.


aslında ne başlangıçları, ne de sonları sever. çünkü her ikisi de hüzün içerir. başlangıçlar bir önceki sonun kardeşiydi. çünkü hiçbir başlangıç, bir bitişten önce gelmiş olamazdı.


sonraları, çok sonraları anladım sesimin çıkmadığını, duyuramadığımı kendimi. o kadar çok karanlıktı ki. kafiyelerimin doğuşunu bile unutmuştum. esasen değil sesimi duyurmak, nefes almam bile mucizeydi. 


bunu anlatmadım.


bazen.. bazen anlatmak sevmek kadar zor oluyor. kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibi hayatın gözlerinizin önünden akıp gitmesine izin veriyorsanız ve hala mutlu olduğunuza inanıyorsanız, iyi bir yalancısınız demektir.


-ben hiç olmamışım. oluşum kutsanmıyor şu an dudaklarda. ben isimini kutsarken...


kolay olan suçlamaktı. incitici sözlerin ünlenmesiydi kaçış. ağıtlar yakıp "öl"enin ardından, nefesini kontrol etmemekti. aslına gitmesini istemekti. bunu kendine dahi itiraf etmemekti.


bir sihre inanmak, onun gerçekliğini değiştirmiyor. hele ki hayran olduktan sonra o gizeme.


doğru, "o" , sihirdi her defasında yüzüme gözüme bulaştırdığım.


şimdi...


şimdi aynı anda el yazısına başlıyoruz. tekrar. ben uzakları sevdim hep, varlığının bahşedildiği uzakları. 


şimdi uzakları sevmeyi bırakıyorum. 


çünkü şimdi, seninle aynı sokakta oturan o tanımadığın çocuğum.