6 Haziran 2012 Çarşamba


“pencerenin kenarındaki koltuğa oturup dışarıyı seyrediyordu. bugün, yağmurun dördüncü günüydü. yakalanıp da kırılmasıysa ikincisinde olmuştu. ıslak, kirli, mazgalları ve kanalizasyonları taşırarak zaten sevmediği bu şehirde sürekli arıza çıkarıp ondan iyice soğumasına sebep olan, artık arkasında gökkuşağını getirmeye üşenen bu yağmuru sevmiyordu. sarılınca sevgisizliğini giderebileceğini düşünerek mi bilinmez, bir yastık aldı yanıbaşından kucağına.


tek kolunu koltuğun başına, çenesini de kolunun üzerine koydu. çocukken de böyle yapardı. içi geçmiş bir mahallenin en tenha sokağında otururlardı. zifir çıkmazıydı. damla düşer düşmez kesilen elektrikleri kazanca dönüştürmek düşüncesiyle uykuya dalındığı zamanlar, o, yorganının altından yağmurla gelen kalabalığı dinlerdi ve bir sonraki şimşeği beklerdi odasını aydınlatıp kendisini yeni hayallere götürmesi için.


belki de sırf bu yüzden severdi. korkacak hiçbir şeyi olmayan bir çocuk, kaybedecek herhangi bir şeyi olmayan. şimdiyse, yıldırımlarla beraber tüm gök gürültülerini de içine çekip yok edebilecek bir paratonerin icadı için duadaydı. yıllarla uçan masumluğunu hatırlayınca içini kaplayan utancın tarifini yapabilmenin imkansızlığını fark edince sıyrıldı daldığı kuyudan. ayağa kalktı. açık kalan televizyonda; 60 yaşında, evi, arabası, düzenli emekli maaşı olan talibini karşısına alıp konuşan, nazlanan bir kız çocuğu vardı. utancı gırtlağına dayandı. anladığı fakat anlamlandıramadığı birçoğuna eklendi bu da. büyümek çok saçmaydı. her gün evden çıkarken unutulmaması için uğruna binbir tembih dökülen şemsiyeyi kapının arkasında bırakarak çıktı sokağa. zifir çıkmazından çok uzaktaydı artık ama yıllar sonra masumiyete ilk defa bu kadar yakındı.


bir çocuğun elinden tuttu, kıvırcık saçlı ve mağrur. yüzü hayli tanıdık. ‘bir oğlum olursa, lütfen, sana benzesin’ dedi.


‘bak. yani şimdi yağmur her şeyi temizleyecek.’”